Rauf Denktaş, düşüncelerimizi dürtendi...

Bugün Rauf Denktaş’ın ölümünün birinci yıl dönümü.

Rauf Denktaş, yaşam mücadelesi verip, sona yaklaşana kadar düşünce üretimine hiç ara vermedi.

Sustuğu an, boşluğunu çok net anladık.

Rauf Denktaş’ın siyasi çizgisinin karşı tarafında oldum genelde.

Rahmetli Denktaş, milliyetçilerin düşünce tembelliğinin kaynağıydı. Çünkü neredeyse tümü adına Denktaş, düşünür, konuşur ve yazardı.

Sol kesim için durum çok farklıydı. Denktaş’ın katılmadığımız düşünce ve değerlendirmeleri, düşünce üretimimizi dürtüyordu.

 

 

Bugün Rauf Denktaş’ın ölümünün birinci yıl dönümü.

Rauf Denktaş, yaşam mücadelesi verip, sona yaklaşana kadar düşünce üretimine hiç ara vermedi.

Sustuğu an, boşluğunu çok net anladık.

Rauf Denktaş’ın siyasi çizgisinin karşı tarafında oldum genelde.

Rahmetli Denktaş, milliyetçilerin düşünce tembelliğinin kaynağıydı. Çünkü neredeyse tümü adına Denktaş, düşünür, konuşur ve yazardı.

Sol kesim için durum çok farklıydı. Denktaş’ın katılmadığımız düşünce ve değerlendirmeleri, düşünce üretimimizi dürtüyordu.

Rauf Denktaş’ın bu bağlamda boşluğu doldurulamadı. Görünen o ki kolay kolay da doldurulamayacak.

***

Dün Rauf Denktaş’ın son çalışma izlerini taşıyan Lefkoşa’daki çalışma ofisini ziyaret edip, yaklaşık kırk yıl en yakınında olan danışmanlarından Hilmi Özen’le sohbet ettik.

Duvarlardaki fotoğrafların tarihi değerlerini konuştuk.

Hilmi Özen, Rauf Denktaş, özellikle, makamsız günlerindeki çalışma arkadaşlarındandı. Fotoğraf karelerinde çok görülmedi.

Ama Rauf Denktaş’ın siyaset dışı yüzünü sanırım en iyi bilenlerden biri.

Ünlü yazar Yaşar Kemal ile Rauf Denktaş’ın yakın dostluklarını ve yazıştıklarını ilk kez dün öğrendim.

***

Raif Denktaş’ın ölümü sonrası hemen hemen her sabah mezarı başına gidip kutsal kitaptan bölümler okuduğu günlerde, yakın çevresi “Başkan nereye gidiyor?” kaygısına kapıldığı ve Şeyh Nazım’dan yardım istendiğini de Hilmi Özen’den dün dinledim. Şeyh Nazım da sabahın beşinde mezarlığa gelip, Rauf Denktaş’la ölüm üzerine konuşmuş. Ve o gün Şeyh Nazım, Rauf Denktaş’a şunları söylemiş: “Sen oğlun öldükten sonra yaşamayı kendine çok görebilirsin. Ancak unutma ki yaşadığın her an oğluna, yitirdiğin sevdiklerine yürüyüş yolunda ilerlemektir.”

***

Rauf Denktaş’ın uyku dışında hep okuyup çalıştığını anlattı Hilmi Özen ve ekledi: “Yüzlerce sayfalık kitabı birkaç saatte okurdu. Gazetelerimizi dikkatle okur, mektuplar yazar. Bunu yaparken asla usanmazdı.”

Hilmi Özen’in bu aktarmasından sonra, ölüm yıl dönümü anısına ben de sizlerle 10 Kasım 2009’da Rauf Denktaş’tan aldığım bir mektubu sizlerle paylaşmak istedim…

***

“Sayın Hasan HASTÜRER
‘Siz KKTC şampiyonları, et de, bıçak da elinizdeyken KKTC’nin tanınması için ne yaptınız?’ sorunuza muhatap olması gerekenlerin başında gelenlerden olmalıyım.
Ya sonu gelmeyen ve Rumların sırf zaman kazanmak için görüşür gibi yaptıkları ‘federasyon görüşmelerine’ devam edecektik, ya da bir noktada, görüşmeler kesildiğinde ve Rumların uzlaşma niyetleri olmadığını kanıtlayacak bir durum hasıl olduğunda, görüşmelerin ‘federasyon için’ yeniden başlamasını şu şarta bağlamalıydık; Rum tarafını ve genel sekreter kanalı ile Güvenlik Konseyi’ni ‘KKTC’nin varlığını ve KKTC’yi ilan etmiş olan Kıbrıs Türklerinin 1960 Ortaklık Cumhuriyeti’nden kaynaklanan haklarla bezenmiş egemen bir halk olduğunu; bu halkın Rumlar kadar kendi kaderini tayin hakkı bulunduğunu; Rumların oyları ile seçilen Rum idaresinin Kıbrıs Türklerinin (ayrı seçme ve siyasi eşitliklerinin kabul edilmiş olması karşısında) hükümetleri olmadığını kabul etmeli ve iki devlet arasında bir ortaklıktan başka bir çıkış yolu olmadığını teslim etmelisiniz. Rumlar Kıbrıs’ı istiyor. Vermeyeceğiz. Bu şartlarımız kabul edilmezse görüşmeler bunlar kabul edilinceye kadar başlayamaz.

Annan Planı’na kadar bize böyle bir fırsat verilip verilmediği uzun bir tartışma konusudur ancak bu fırsat Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedildiği gün gelmiş oldu.
BM Genel Sekreteri Annan, raporuna ‘bu sadece bu planın reddi değildir; uzlaşmanın reddidir’ mealinde not düşmüştü. ABD’nin baskısı ile de ‘Annan Planı’nı kabul ettiklerine göre, Türk tarafı ayrı devlet, ayrı egemenlik talebinden vazgeçti’ fetvasını veriyordu. Bizim Türkiye ile birlikte ayağa kalkıp devletimizden, egemenliğimizden asla vazgeçmeyeceğiz; uzlaşmayı her defasında reddeden Rumların karşısında boyun eğmeyeceğiz dememiz gerekiyordu.

Elimizde Rum tarafında muteber yazarların ve yabancıların yazdıkları makalelerde Rum liderliğinin Kıbrıs’a sahip çıkmanın ötesinde bir isteği olmadığını, önlerine konan her öneriyi Kıbrıs’ın tümüne sahipmişler inancı içinde ret ettiklerini belgeleyen her şey vardı. Rum liderliği dünyayı kandırmıştı. Harekete geçmenin tam zamanıydı.
1968’den bu yana müzakereden müzakereye giden bu konuda Rum liderliği dünyaya ‘benim uzlaşmaya ihtiyacım yoktur’ mesajını veriyor, Papadopulos ‘ben bir devlet aldım, bunu koruyacağım, bunu cemaat statüsüne indiremem’ diye yaş döküyordu.
Bu fırsat kullanılacağına ‘biz evet dedik, Rum hayır dedi; ambargolar kalksın’ talebinde bulunuldu. Hem de, KKTC’den değil, ‘Kıbrıs Türkleri’ üzerinden! Karşılığında Rum idaresine limanlar açılacak, Rum idaresi meşru Kıbrıs Hükümeti olarak tanınacak!
Bu arada, Annan Planı’na evet diyen AKP Hükümeti’nin (Ecevit hükümetinin aksine) Rum tarafının Kıbrıslı Türklerle uzlaşıp birleşerek, (Türkiye AB üyesi olmadan) Kıbrıs’ın AB üyesi olmasını kabul ettiği görülünce, Rum idaresi ‘Kıbrıs’ adı altında üye yapıldı.
Türk tarafının, bu hata düzeltilmedikçe veya hiç olmazsa AB, KKTC makamlarına eşit muamele yapıncaya kadar, görüşmelerin başlatılmaması ve tanınma yoluna çıkılması gerekirdi. Diz çöküp yalvarırcasına ambargolar kalksın çizgisinde kalındı.
Şimdi, KKTC’nin ilanını uzlaşmayı engelleyen büyük hata olarak niteleyenlerin görmek istemedikleri bir gerçek vardır. Rumların AB üyeliklerine rağmen “Kıbrıs bizimdir, bu iş bitmiştir” diyememelerinin tek sebebi KKTC’nin varlığı ve Anavatan/Garantör Türkiye’nin KKTC’yi tanımış olmasıdır. Böylelikle Zürih-Londra Antlaşmaları ile kurulmuş olan dengeleri korumak esas hedef olmuştur.
Annan Planı’ndan önce de, 1960 dengesini silah zoru ile bozmuş olan Rum liderliğinin çeşitli hoyratlıkları karşısında, bu dengeyi KKTC’ye dört elle sarılarak koruduk. Rumların Kıbrıs’a sahip çıkma girişimleri arttıkça biz de KKTC’nin vazgeçilmez varlığını yüceltmeye çalıştık. Rahmetli Cem’in konfederasyona geçişimizi onaylaması ve TBMM’de bu yönde oy birliği ile alınan karar, rahmetli Ecevit’in AB’ye Rum idaresini, 1960 Antlaşmaları’na rağmen, ‘Kıbrıs’ diye üye yaparsanız, TC de KKTC ile aynı ölçüde ortaklığa gider ihtarı, KKTC’nin, tanıma yoluna girebilecek bir kuruluş olduğunu gündemde tutmak suretiyle Rumlara uzlaşma için motivasyon verecek bir girişimdi. Nasıl ki AB, Rumları ‘Kıbrıs’ diye üye yapabilmek için Annan Planı’na ‘evet’ denmesini bekledi.
Biz KKTC şampiyonları Türkiye’nin güvenliği ile de ilgili müşterek milli bir meselede KKTC’nin varlığını Rum’a ‘sen ne isen, biz de oyuz’ diyebilecek bir statü olarak korumak suretiyle siyasi eşitliğimizin, egemenliğimizin ve kendi kaderimizi tayin hakkımızın KKTC bünyesinde somutlandırılmış olduğunu gösterdik. Annan Planı bizi bundan mahrum ediyordu. Bundan vazgeçtiğiniz an ‘tek halk’ içinde %20’lik bir toplumsunuz ve AB normlarının uygulanacağı bir ortamda, yazılı bir anlaşmada size ne verilirse verilsin, ‘AB normlarına uymuyor’ diye bunlar geçersiz hale gelmek oyunu karşısında kalacaksınız. KKTC’nin şampiyonluğunu yapmak ve ondan vazgeçmemek; KKTC’ni varılacak bir federasyona (Bağımsızlık bildirisinde de öngörüldüğü gibi) engel olmadığını savunarak, iki devlet arasında yeni bir ortaklıkta ısrar etmek kalıcı bir anlaşmanın ön şartıdır.
‘KKTC’nin ilanında federasyona kapı açık bırakıldı’ diyenler, KKTC’nin bir devlet olarak ‘federasyonda varım’ mesajını verdiğini anlayamıyorlar ve federal kuruluşların devletler ortaklığını ret ettiğini sanıyorlar. Sayın Talat’ın da ün yapmış olan ADAM kitabında açıkladığı gibi dünyadaki federasyonların %90’ı devletlerarasında kurulmuştur. O halde, devamlı surette KKTC’yi ‘uzlaşmayı zorlaştırdı’ diye suçlamaktan vazgeçerek, KKTC sayesinde bugüne kadar Kıbrıs’ın tamamen Rumların eline geçmesinin önlendiğini ve KKTC ile Güney’de ‘Kıbrıs Hükümeti’ denilen fakat gerçekte Rum Hükümeti olan kuruluşla yapılacak bir anlaşmanın kalıcı olacağını geliniz kabul edelim.

Egemen ve kendi kaderini tayin hakkı olan Kıbrıs Türk halkının egemenliğini Rumlarla (1960 Antlaşması’nda olduğu gibi, kağıt üzerinde) paylaşma hak ve yetkisini kimse Sayın Talat’a vermiş değildir. Bunda ısrar bizi tek halkın içinde Rumlar, Ermeniler ve Maronitler gibi ‘Kıbrıs halkını’ oluşturan üniteler durumuna düşürür. Kendi kaderini tayin hakkı bu tek halkın olur çünkü siz masaya ‘ayrı egemenlik, ayrı devlet istemem’ diyerek oturmuşsunuz, yani ‘yeleyi’ masaya otururken Rum’a kaptırmış durumdasınız.
Temennimiz Sayın Cumhurbaşkanı Talat’ın, bu teslimiyet yolunda ‘Türkiye arkamdadır’ diye ısrar etmemesi ve Kıbrıs Türklerinin 1960’dan bu yana var olan (2004’te ayrı referandumlarla da teyit edilmiş olan) egemenlik statüsünden ve KKTC’den vazgeçilmeyeceğini kabul ederek, geri adım atmasıdır. Bunu rahatlıkla yapabilmesi için tüm partilerden ve geçmişte bu devlete hizmet etmiş olan Dışişleri ve diğer bakanlardan oluşan bir toplantı da yapabilir. Halkın eninde sonunda ret edeceği ‘TEK’li ve tekleyen’ bir geçici anlaşma için vakit zay etmenin hiçbir yararı ve nedeni yoktur. Bu halk Makarios’un izinde yürüyen EOKA’dan ilham alan, 1963-74’ü hafızasından silmiş olan Hristofyas’ın çizgisine gelmeyecektir.’
Saygılarımla.”

 

Günün sözü:

 

Düşünen ve üretenin her eseri ölümsüzlük kaynağıdır.

(Havadis gazetesinden alınmıştır)