“Prenses Kadınlar, bir Prensese nasıl davranılması gerektiğini erkeğe gösteren kadınlardır...”
Bunu söyleyen kadın, bunu söylerken kendisinin de aslında bir prenses olduğunu söylemektedir...
Aslında her kadın biraz prenses kadındır...
Sadece bazıları az, bazıları çok prenses kadınlardır...
Oysa hepsi her durumda bir parça prenses kadın olmayı arzular...
Hepsinin çocukluk günlerinde onlara “prensesim” ya da “kraliçem” diyen ya da prenses ve kraliçe gibi davranan babaları vardır...
Kadınlar ilk prenseslik derslerini babalarından alırlar...
Kadın hayatları, çocukluk yıllarında babadan aldığı prenseslik derslerine göre şekillenirler...
Kadınlar erkeklere istediklerini yapma egzersizlerini ilk olarak baba üzerinde denerler...
Alttan girip üsten çıkma, gerekirse ağlama, çokça nazlanma, arada bir kucağa oturup zıplama, tatlı dil, güler yüz, gerekirse küs...
Kadın hayatları bu yöntemleri baba üzerinde deneyerek gelişir, serpilir...
Gençlik yıllarında kendilerinden çok daha banal ve yüzeyde buldukları erkekler üzerinde denenerek oturtulur...
Kadınların gençlik hayatlarından, sille yememiş erkek bulunmaz...
Öyle veya böyle her erkek, bir kadın sillesi yemeden hayata atılmaz...
Akıllı olanları bu silleden ders çıkaranlarıdır...
Akılsızlar, hayat boyu sille yemeyi alışkanlık yapanlardır..
Alışkanlık bozuldukça arananlardır...
Arandıkça bulanlardır...
Kadınların genç kızlık silleleri profesyoneldir...
Baba üzerinde denenmiş, doğruluğu kanıtlanmış, geçerliliği garantilenmiş yöntemler, çocuk yaştaki erkekleri oyuncak gibi oynatmak için yeterlidir...
Baba üzerinde kazanılmış büyük başarı, çocuk yaştaki yaşıt erkeklerle pekiştirilip, prenses kadınlığa geçiş tamamlanır...
Genç kız eğer güzelse üstelik babası tarafından prensesler gibi sevilirse, ortada sorun kalmayacaktır...
Prenses kadın büyüyecektir...
Erkek hayatları alaboralara yönelecektir... Kadın prensesliklerinin sonu ve sınırı yoktur...
Ne kadar verilirse daha fazlası istenecektir...
Babanın müthiş sevgisi karşıdaki erkekte aranacaktır...
Her halükarda bir dediğinin iki edilmemesi erkekten istenecektir...
Bulunmadığında üzülünecektir...
Babasından çok sevgi gören kadınlar sevgiye doymazlar...
Babalarından çok sevgi gören kadınlar, aynı sevgiyi erkekten isterler...
Bulamazlarsa hayal kırıklığı yaşarlar...
Adamı hemen bırakıp yeni hayata yelken açarlar...
Bir erkek en az babası kadar iyi değilse, kadını mutlu edemez...
Ondaki arayışlara son veremez...
Biraz olsun kendini huzurlu hissedemez...
Babadan daha hanzo erkekler, kadın karşısında yıkılırlar...
Hırt yerine konurlar...
Adamdan sayılmadığı gibi insandan da sayılmazlar...
Daha çok alternatifsizlikler arasında damızlık niyetine kullanılırlar...
Kadının çocuk duygusunu giderecek şifa olma duygusuyla yetinirler...
Prenses kadınlar daha çocukluklarından prenses olmaya başlarlar...
Önce babanın prensesi olur, sonra yaşıtı erkeklerin prensesi olarak devam ederler...
İyi şeylerin hepsini birden isterler...
Asla yetinmezler...
Bir erkeğe bir prenses kadına nasıl davranacağını dikte ettirirler...
Aslında hep içten içe ürkerler...
Bir gün gelip prensesliğin biteceğinden gizli gizli ürperirler...
Bilirler ki prensesleri prenses hissettiren esasen erkektir...
Erkek olmazsa prenseslik beyhude olabilecektir... Yalnız geçirilen bir prenseslik mümkün görünse bile, bu prenseslik sadece aynaları mutlu edebilecektir...
(Mina’ya Mektuplar kitabından)
RUHUMDAKİ BABA, İÇİMDEKİ SEVGİLİYE HADDİNİ BİLDİRİYOR... “BEN”, “BANA KARŞI”YIM...
İtiraf ediyorum...
Mina’ya Mektuplar kitabından aldığım Prenses Kadınlar yazısını, bir Prenses Kızın babası olduğumu hissederek değil, Prenses Kadınlar’ın zaman zaman erkeği olduğumu hissederek yazdım...
Fena halde Prenses Kadınlar’ın babalarının aleyhine yönelik bir subjektivizmin batağındaydım!..
Prenses Kadınlar’ın zaman içinde üzerimde yarattıkları sinsi psikoloji, analizin ruhunda karşıt bir esans oluşturmuştu...
Prenses Kadınlar’ı yetiştiren babaları içimin derinliklerinde pek “hayırla yad etmeyen” bir erkek sevgilinin dipsiz nevrozlarındaydım...
İtiraf ediyorum ki o yazıyı yazdığım 2005’lerden bu yana Ayşe Nazlı büyüdü...
Mina gelince; üç yaşına bastığı gün, “Prenses Kadın olmaya namzet bir ‘afet’in halet-i ruhiyesini” çoktan benimsemişti bile...
Kendi Prenses Kız’larıma baktığım nokta-i nazariyeden, durum istikbaldeki meçhul sevgililere yönelik vahim bir tablo içermiyordu...
Bunu gördükten sonra karar verdim;
İnsan subjektivizmi sınır tanımıyor...
Baba subjektivizmi erkek subjektivizmini fersah fersah geride bırakıyor...
Şimdi baktığımda “Prenses Kadınlar” yazısını yazan “ben”e, şimdiki “ben”im burun kıvırıyor...
“Elbette öyle olacaktı” diyor “Ne olmalarını bekliyordun ki Prenses Kadınlar’ın?..” türü bir “had bildirme” psikozunun içinde buluyorum kendimi...
Hayret!..
“Ben”, “bana” karşıyım...
İçimdeki “Prenses Kızlar’ın babası”, ruhumdaki “Prenses Kadınlar”ın sevgilisine karşı...
Ruhumdaki baba, içimdeki sevgiliye haddini bildiriyor...
Şu anda “Beni bırakma baba” diyen kızımın, ruh halindeki oyuncu karakter varlığımı esir almış durumda...
İstikbaldeki meçhul sevgililerin “Prenses Kız”larımın isteklerini karşılamaması ahvalinde, kendilerine hızla yol verilmesinin zaruretine inanmaktayım...
Bir babayla bir sevgili arasında vukuu bulan insan subjektivizminin vahşi ve uzlaşmaz çelişkisinden ürpermekteyim içten içe...
OLGUNLUK
“Yeterince olgun olmamak, insanoğlunun en büyük sağlık problemidir... Ya da insanoğlunun en temel hastalığı yeterince olgun olmamasıdır...
Kişide olgunluk belirtisi, yarının akibetini bugünün eylemlerinde görebilmesiyle orantılıdır...
Bir kişi geleceği ne kadar uzun süreli görebiliyorsa, o kadar olgun demektir...
Davranış teorisinde, birçok insan için bugüne ait ufacık bir mükafatın, yarınki büyük bir ceza ya da mükafattan daha ağır bastığını sıklıkla görürüz...
Sigara bu durum için mükemmel bir örnektir...
Bugün kendisini ufacık bir sigara keyfiyle ödüllendiren kişi, gelecekte kanser riskini görmezlikten gelir...
Bugünlük sigara keyfinin yarınki kanserden daha ağır basması buna en iyi örneklerden biridir...
Uyuşturucunun bugün yarattığı küçük bir mükafat, yarın ortaya çıkacak bağımlılık ve hastalıktan ağır basar...
Birçok insan hayata, yarın diye bir günün hiç gelmeyeceğini düşünerek bakar...
Bazı insanlar kırk yaşlarına bile varmayacaklarını sanarak yaşarlar...
Ve bazıları, ‘Bu kadar uzun süreli yaşayacağımı bilseydim, kendime çok daha iyi bakardım’ derler...
Kendi kendine itibar etmemek, kendini önemsememek hastalığın en önemli nedenidir...
Bağımlılık genellikle etraftaki yaşıtlardan gelen baskı ve yeterince olgun olmamaktan kaynaklanır...
Uyuşturucuya olan fiziksel bağımlılık kamil olmamış insanda gittikçe derinleşir ve günlük ufak ödüllerle beslenip, ardından bizim gördüğümüz sonuçlara kadar derinleşip kök salar...
Bu noktada bağımlılık üstesinden gelinmeyecek bir probleme dönüşür...
Tedavi bilinçlendirme ve olgunlaştırmaya dayanmalıdır...
Davranışlarımızın sonucunu, bu sonuçların kendi hayatımızı ve diğer insanların hayatlarını nasıl etkilediğini görebilecek olgunluğa erişmek, bu yapıyı içinde bulunduğumuz topluma ve çevreye yayabilmek gerçek olgunluktur...
Düşünce ve davranışlarımızın, evrenin spiritüelliğini nasıl etkilediğinin sorumluluğunu ve olgunluğunu fark ettiğimizde aydınlanmaya doğru bir adım atmış oluruz...
Einstein’in dediği gibi, “Herşeyden izole olduğumuz düşüncesi illüzyondan başka bir şey değildir... Aslında evrendeki diğer herşey ile bir bütünüz...
Yapmamız gereken şey şefkatimizi evrendeki herşeyi sarmalayacak boyutlara kadar açabilmektir...”
Başkaları için duyduğumuz öfke, hiddet, kızgınlık gibi negatif duyguları aslında kendimize duyarız...
Diğer insanlar ve kendimiz için sefkat duymayı öğrendiğimizde, acının çarkını durdurabiliriz...
Bu durum birçok hastalığın ve hastalığın arkasında besleyici faktör olan acının ve ızdırabın vücudu terk etmesine neden olur... (Acmos ve Biofeedback terapisti Ünal Uluer’in terapi notlarından...)
(Vatan gazetesinden alınmıştır)
Bunu söyleyen kadın, bunu söylerken kendisinin de aslında bir prenses olduğunu söylemektedir...
Aslında her kadın biraz prenses kadındır...
Sadece bazıları az, bazıları çok prenses kadınlardır...
Oysa hepsi her durumda bir parça prenses kadın olmayı arzular...
Hepsinin çocukluk günlerinde onlara “prensesim” ya da “kraliçem” diyen ya da prenses ve kraliçe gibi davranan babaları vardır...
Kadınlar ilk prenseslik derslerini babalarından alırlar...
Kadın hayatları, çocukluk yıllarında babadan aldığı prenseslik derslerine göre şekillenirler...
Kadınlar erkeklere istediklerini yapma egzersizlerini ilk olarak baba üzerinde denerler...
Alttan girip üsten çıkma, gerekirse ağlama, çokça nazlanma, arada bir kucağa oturup zıplama, tatlı dil, güler yüz, gerekirse küs...
Kadın hayatları bu yöntemleri baba üzerinde deneyerek gelişir, serpilir...
Gençlik yıllarında kendilerinden çok daha banal ve yüzeyde buldukları erkekler üzerinde denenerek oturtulur...
Kadınların gençlik hayatlarından, sille yememiş erkek bulunmaz...
Öyle veya böyle her erkek, bir kadın sillesi yemeden hayata atılmaz...
Akıllı olanları bu silleden ders çıkaranlarıdır...
Akılsızlar, hayat boyu sille yemeyi alışkanlık yapanlardır..
Alışkanlık bozuldukça arananlardır...
Arandıkça bulanlardır...
Kadınların genç kızlık silleleri profesyoneldir...
Baba üzerinde denenmiş, doğruluğu kanıtlanmış, geçerliliği garantilenmiş yöntemler, çocuk yaştaki erkekleri oyuncak gibi oynatmak için yeterlidir...
Baba üzerinde kazanılmış büyük başarı, çocuk yaştaki yaşıt erkeklerle pekiştirilip, prenses kadınlığa geçiş tamamlanır...
Genç kız eğer güzelse üstelik babası tarafından prensesler gibi sevilirse, ortada sorun kalmayacaktır...
Prenses kadın büyüyecektir...
Erkek hayatları alaboralara yönelecektir... Kadın prensesliklerinin sonu ve sınırı yoktur...
Ne kadar verilirse daha fazlası istenecektir...
Babanın müthiş sevgisi karşıdaki erkekte aranacaktır...
Her halükarda bir dediğinin iki edilmemesi erkekten istenecektir...
Bulunmadığında üzülünecektir...
Babasından çok sevgi gören kadınlar sevgiye doymazlar...
Babalarından çok sevgi gören kadınlar, aynı sevgiyi erkekten isterler...
Bulamazlarsa hayal kırıklığı yaşarlar...
Adamı hemen bırakıp yeni hayata yelken açarlar...
Bir erkek en az babası kadar iyi değilse, kadını mutlu edemez...
Ondaki arayışlara son veremez...
Biraz olsun kendini huzurlu hissedemez...
Babadan daha hanzo erkekler, kadın karşısında yıkılırlar...
Hırt yerine konurlar...
Adamdan sayılmadığı gibi insandan da sayılmazlar...
Daha çok alternatifsizlikler arasında damızlık niyetine kullanılırlar...
Kadının çocuk duygusunu giderecek şifa olma duygusuyla yetinirler...
Prenses kadınlar daha çocukluklarından prenses olmaya başlarlar...
Önce babanın prensesi olur, sonra yaşıtı erkeklerin prensesi olarak devam ederler...
İyi şeylerin hepsini birden isterler...
Asla yetinmezler...
Bir erkeğe bir prenses kadına nasıl davranacağını dikte ettirirler...
Aslında hep içten içe ürkerler...
Bir gün gelip prensesliğin biteceğinden gizli gizli ürperirler...
Bilirler ki prensesleri prenses hissettiren esasen erkektir...
Erkek olmazsa prenseslik beyhude olabilecektir... Yalnız geçirilen bir prenseslik mümkün görünse bile, bu prenseslik sadece aynaları mutlu edebilecektir...
(Mina’ya Mektuplar kitabından)
RUHUMDAKİ BABA, İÇİMDEKİ SEVGİLİYE HADDİNİ BİLDİRİYOR... “BEN”, “BANA KARŞI”YIM...
İtiraf ediyorum...
Mina’ya Mektuplar kitabından aldığım Prenses Kadınlar yazısını, bir Prenses Kızın babası olduğumu hissederek değil, Prenses Kadınlar’ın zaman zaman erkeği olduğumu hissederek yazdım...
Fena halde Prenses Kadınlar’ın babalarının aleyhine yönelik bir subjektivizmin batağındaydım!..
Prenses Kadınlar’ın zaman içinde üzerimde yarattıkları sinsi psikoloji, analizin ruhunda karşıt bir esans oluşturmuştu...
Prenses Kadınlar’ı yetiştiren babaları içimin derinliklerinde pek “hayırla yad etmeyen” bir erkek sevgilinin dipsiz nevrozlarındaydım...
İtiraf ediyorum ki o yazıyı yazdığım 2005’lerden bu yana Ayşe Nazlı büyüdü...
Mina gelince; üç yaşına bastığı gün, “Prenses Kadın olmaya namzet bir ‘afet’in halet-i ruhiyesini” çoktan benimsemişti bile...
Kendi Prenses Kız’larıma baktığım nokta-i nazariyeden, durum istikbaldeki meçhul sevgililere yönelik vahim bir tablo içermiyordu...
Bunu gördükten sonra karar verdim;
İnsan subjektivizmi sınır tanımıyor...
Baba subjektivizmi erkek subjektivizmini fersah fersah geride bırakıyor...
Şimdi baktığımda “Prenses Kadınlar” yazısını yazan “ben”e, şimdiki “ben”im burun kıvırıyor...
“Elbette öyle olacaktı” diyor “Ne olmalarını bekliyordun ki Prenses Kadınlar’ın?..” türü bir “had bildirme” psikozunun içinde buluyorum kendimi...
Hayret!..
“Ben”, “bana” karşıyım...
İçimdeki “Prenses Kızlar’ın babası”, ruhumdaki “Prenses Kadınlar”ın sevgilisine karşı...
Ruhumdaki baba, içimdeki sevgiliye haddini bildiriyor...
Şu anda “Beni bırakma baba” diyen kızımın, ruh halindeki oyuncu karakter varlığımı esir almış durumda...
İstikbaldeki meçhul sevgililerin “Prenses Kız”larımın isteklerini karşılamaması ahvalinde, kendilerine hızla yol verilmesinin zaruretine inanmaktayım...
Bir babayla bir sevgili arasında vukuu bulan insan subjektivizminin vahşi ve uzlaşmaz çelişkisinden ürpermekteyim içten içe...
OLGUNLUK
“Yeterince olgun olmamak, insanoğlunun en büyük sağlık problemidir... Ya da insanoğlunun en temel hastalığı yeterince olgun olmamasıdır...
Kişide olgunluk belirtisi, yarının akibetini bugünün eylemlerinde görebilmesiyle orantılıdır...
Bir kişi geleceği ne kadar uzun süreli görebiliyorsa, o kadar olgun demektir...
Davranış teorisinde, birçok insan için bugüne ait ufacık bir mükafatın, yarınki büyük bir ceza ya da mükafattan daha ağır bastığını sıklıkla görürüz...
Sigara bu durum için mükemmel bir örnektir...
Bugün kendisini ufacık bir sigara keyfiyle ödüllendiren kişi, gelecekte kanser riskini görmezlikten gelir...
Bugünlük sigara keyfinin yarınki kanserden daha ağır basması buna en iyi örneklerden biridir...
Uyuşturucunun bugün yarattığı küçük bir mükafat, yarın ortaya çıkacak bağımlılık ve hastalıktan ağır basar...
Birçok insan hayata, yarın diye bir günün hiç gelmeyeceğini düşünerek bakar...
Bazı insanlar kırk yaşlarına bile varmayacaklarını sanarak yaşarlar...
Ve bazıları, ‘Bu kadar uzun süreli yaşayacağımı bilseydim, kendime çok daha iyi bakardım’ derler...
Kendi kendine itibar etmemek, kendini önemsememek hastalığın en önemli nedenidir...
Bağımlılık genellikle etraftaki yaşıtlardan gelen baskı ve yeterince olgun olmamaktan kaynaklanır...
Uyuşturucuya olan fiziksel bağımlılık kamil olmamış insanda gittikçe derinleşir ve günlük ufak ödüllerle beslenip, ardından bizim gördüğümüz sonuçlara kadar derinleşip kök salar...
Bu noktada bağımlılık üstesinden gelinmeyecek bir probleme dönüşür...
Tedavi bilinçlendirme ve olgunlaştırmaya dayanmalıdır...
Davranışlarımızın sonucunu, bu sonuçların kendi hayatımızı ve diğer insanların hayatlarını nasıl etkilediğini görebilecek olgunluğa erişmek, bu yapıyı içinde bulunduğumuz topluma ve çevreye yayabilmek gerçek olgunluktur...
Düşünce ve davranışlarımızın, evrenin spiritüelliğini nasıl etkilediğinin sorumluluğunu ve olgunluğunu fark ettiğimizde aydınlanmaya doğru bir adım atmış oluruz...
Einstein’in dediği gibi, “Herşeyden izole olduğumuz düşüncesi illüzyondan başka bir şey değildir... Aslında evrendeki diğer herşey ile bir bütünüz...
Yapmamız gereken şey şefkatimizi evrendeki herşeyi sarmalayacak boyutlara kadar açabilmektir...”
Başkaları için duyduğumuz öfke, hiddet, kızgınlık gibi negatif duyguları aslında kendimize duyarız...
Diğer insanlar ve kendimiz için sefkat duymayı öğrendiğimizde, acının çarkını durdurabiliriz...
Bu durum birçok hastalığın ve hastalığın arkasında besleyici faktör olan acının ve ızdırabın vücudu terk etmesine neden olur... (Acmos ve Biofeedback terapisti Ünal Uluer’in terapi notlarından...)
(Vatan gazetesinden alınmıştır)