Politize edilen deprem
Hatırlayın, Gölcük depremi yaşandığında çaresiz kalan Türkiye, düşman bildiği Yunanistan'dan gelen yardım teklifine nasıl minnettar kalmıştı. Büyük felaketler bazen insan olmaya yüklediğimiz anlamı yeniden yorumlamamıza vesile olur. Dar kimliklere hapsettiğimiz insanlığımızı daha yüce değerlerin etrafında birleştirir.
Van depremi, Hakkari'deki saldırının üzerine geldi. Toplumda fazlasıyla hissedilen bir kutuplaşmanın, acının, öfkenin üzerine daha büyük bir acı olarak eklendi. Art arda yaşanan bu felaketlerin nasıl bir ruhsal dalgalanmaya yol açtığını sosyal medyaya bakarak bile fark etmek mümkün. Önyargılarla başlayıp, merhametle devam eden karmakarışık bir duygu yelpazesi içinde toplum şu an. Irkçı ve önyargılı ifadelere karşı başlatılan kınama kampanyaları ise dalgalanmanın diğer boyutuna işaret ediyor.
Bütün bunlardan çıkan bir Türkiye fotoğrafı elbette var. Bu fotoğrafı doğru yorumlamak ise her zamankinden önemli. Eskiden olsa hiç sorulmayacak soruları, sitemleri beraberinde getiren bir felaketle karşı karşıya Türkiye şu an.
Düşünün, eskiden doğuda olan depremlerde mazlum vatandaşa yardım götürmeye çalışan ama çok da başarılı olamayan devlet ve vatandaşı görürdük. Kızılay'ın mütevazı çadırlarında soğuktan korunmak için ateş yakan depremzedelerin fotoğrafları hâlâ hafızalarımızda.
Halbuki bugün çok şey değişti. Yerle bir olan 6-7 katlı binalar, beton blokların altında preslenmiş son model arabalarla eski fakir doğu görüntüsü yok artık. Türkiye'nin herhangi bir yerinde rastlanabilecek bir yıkım görüntüsü. Felaketten sağ kurtulan yaşlı bir adamın 'Bu depremde devleti yüreğimizde hissettik, Başbakan on bakanıyla buradaydı.' yorumu değişimin bir boyutu hakkında fikir veriyor. Ama fikir vermesi gereken bir önemli boyut daha var: Yardım kampanyalarına yansıyan politik söylem. Toplumun geçmişe kıyasla ne kadar politize olduğunu yardım kampanyalarına verilen destek ve eleştiriden anlıyorsunuz.
Başından itibaren yapılan yardımlara, yardım çağrılarına bugüne kadar hiç görülmediği şekilde bir kutuplaşma hâkim. Tanıdık olmayan bu yeni durumun siyasal aktörlerinin yani devlet ile BDP'li belediyelerin 'yardım savaşı' denebilecek rekabet ise gözden kaçmıyor. Felaketi bir devlet sorunu olarak algılayıp merkezî koordinasyonla müdahale eden devlet gücüne, BDP'li belediyeler alternatif olmaya çalışıyorlar. Depremzedelere yardımın rekabet halini alması yeni bir durum ve siyasal bir okumayı zorunlu kılıyor. Yaşanan rekabetin kitleye yansıyan yönü ise vahim; BDP'li belediye ve STK'lara yardım etmeyin diyen Türk milliyetçileri ve devletin kurumlarına yardım etmeyin diyen Kürt milliyetçileri aynı noktada buluşuyor: siyasetin insani değerleri ötelediği yerde.
Birtakım insanlar ve kurumlar yaşanan felaketi siyasi kazanç açısından fırsat görse de, toplumun yok olmayan hassasiyet ve merhameti zedelenen dokuyu tamir etmeye yetebilir.
Siyasetin ayırdıklarına sarsıcı bir cevap olduğundan belki de bana Kadıköy'de kâğıt toplayan çocukların hikâyesi önemli göründü; sokakta kâğıt toplayarak yaşayan çocuklar, belediyenin kapısını çalarak topladıkları kolileri Van'a göndermek istediklerini söyleyip yardım istemişler. Dünyadaki yuvalarını kaybetmiş o çocukların kalbinde eksilmeyen merhametin, biz yuva sahiplerine öğreteceği bir şey olmalı. Çünkü Tanrı'nın soluğunun en fazla hissedildiği o yersizlikte ancak insan, insan oluyor. Van'da soğukta üşüyenlere sahip olduğu tek şeyi, kâğıt bir koliyi gönderen çocukların önyargılardan, ideolojiden arınmış bakışına her şeyden çok ihtiyaç var şu an.
Deprem gibi yaşanan zemini tamamen değiştiren bir felaketin vereceği ders de budur kanımca; dondurulmuş duyguların, içine hapsolunmuş kimliklerin buluşmasını sağlaması. İhtiyacın konuşmayı zorunlu kılması. Çünkü konuştukça insan oluruz.