PKK'nın hedefi

HAKKÂRİ ilinde Şemdinli, Yüksekova, Çukurca ilçeleri ve çevresi, PKK saldırılarının yoğunlaştığı bir coğrafya... Dün de Geçimli Karakolu’na yapılan saldırıda 8 şehit verdik.

On yıl önce, 17 Ocak 1992’de de Öcalan “Ayaklanma Taktiği Üzerine Tezler ve Görevlerimiz” adlı yazısında “kurtarılmış bölge” haline getirilmesi için talimat verdiği yerler yine buralardı.

Öcalan, Şırnak ve Siirt’in yakın ilçelerini ve Kuzey Irak’ın buralara bitişik kesimlerini de içine alan “Botan-Behdinan bölgesi” deyimini kullanıyordu:

Botan ayaklanmanın merkezi ve cephe gerisi olacaktır. Gerilla ordusu burada yerleşecek, genişleyecek, bu alanı düşmandan fiilen kurtaracaktır...”

Buraya bitişik “ikinci bölge”de, “halk milisleri” oluşturulacak ve “siyasi gösterilerle” Türkiye’nin yönetimi zaafa uğratılacaktı...

Üçüncü bölge ise “metropoller olabilir”di...

O senenin olaylı “Newroz”ları bunun uygulamasıydı...


PKK’nın bu stratejisini belirlediği dönem dikkat çekicidir: 1991’de ABD’nin Körfez savaşıyla Saddam Kuzey Irak’taki kontrolünü kaybetmiş, PKK Irak sınırımızın hemen aşağısına Pirbela, Avaşin, Metina, Hakurk ve Haftanin gibi yerlerde kamplar kurmuştu. Burayla birlikte Hakkâri ve çevresine hâkim olabilirse “ayaklanmanın merkezi ve cephe gerisi” olacak genişlikte “birinci bölge” oluşturulabilirdi. Arazinin çok dağlık olması ve taban desteği de bunu kolaylaştırıyordu.

Türkiye 2 Ekim 1992’de büyük bir sınır ötesi kara harekâtı başlattı. Çekiç Güç sebebiyle Türkiye’ye fevkalade ihtiyaç duyan Barzani ve Talabani de Zaho ve Hakurk’tan PKK’ya karşı harekete geçti.

PKK’nın yediği an ağır darbelerden biriydi bu harekât.

Talabani’nin devreye girmesiyle, Bekaa’da basın toplantısı yapan Öcalan “20 Mart-15 Nisan, koşulsuz ateş tarihleridir” diye açıklama yapmıştır.

Ondan sonra PKK “Burjuva gazeteleri okunmayacak, TV’ler izlenmeyecek” gibi baskılarla, “sürgünde parlamento” kurma çabalarıyla daha çok siyasi faaliyet gösterdi, tutmadı...

Terör inişli çıkışlı devam etti...

1999’da Öcalan yakalanınca uzun süreli bir sükûnet dönemine girildi.


ABD’nin 2003 Irak savaşından sonra da, PKK Türkiye’den çok uzak ve çok dağlık Kandil dağlarına yerleşti. Devrilen Saddam’ın silahlarını ele geçirdi.

Türkiye 1 Mart tezkeresini reddedince, ABD’nin Irak’taki dayanağı olan Barzani güçlendi. PKK’nın Türkiye’deki sivil tabanı da genişlemiş, “taş atan çocuklar” nesli gelmiştir.

Ve PKK 2011 Haziran’dan beri yeniden “devrimci halk savaşı”ndan bahsediyor.

PKK çıtayı da yükseltmiştir, eskiden “özerklik” kavramını “feodal” diye reddediyordu, “demokratik özerklik” adıyla adıyla paralel devlet örgütlenmesine çalışıyor.

Saddam gibi Esat’ın da ülkesinde kontrolü kaybetmesi ve Kamışlı çevresinde PYD’nin güç gösterir hale gelmesi, 1992’deki süreci hatırlatmıyor mu?

Hakkâri ilçeleriyle çevresinde eylemlerin yoğunlaşmasının anlamı budur.


‘Liberal’ arkadaşlardan bazıları PKK’nın 1999 kongresinde ayrı devlet ve birleşik Kürdistan fikrini terk ettiğini, çözüm istediğini falan söylüyorlar. O kongre, Öcalan’ın tutuklandığı dönemin kongresidir!

Bugün KCK Sözleşmesi’nde “dört parça”da paralel devlet örgütlenmesi öngörülüyor.

Elbette Ortadoğu’da diktatörler devam edemezdi, Kürt hareketi ortaya çıkacaktı. Sorun “kanlı mı, kansız mı?” sorunudur!

PKK, bir Kürt ulusçuluğu hareketidir, amacı kendi ulus-devletini kurmaktır. Bazı okurlarım “hakkımız değil mi?” diye soruyorlar. 21 yüzyıl Ortadoğusunun temel sorusu şüphesiz bu olacaktır. Türkiye’nin özelliği çok iç içe geçmiş ve demokratik bir ülke olmasıdır. Nasıl ayırabilirsiniz?! Demokratik yollar açıkken kan döken bir harekete devletin silahla karşılık vermesinden daha tabii ne olabilir?

Çözüm mü? Demokratik ülkelerde nasıl oluyorsa bizde de öyle olsun; yani silahla değil demokratik usullerle.

(Hürriyet gazetesinden alınmıştır)