Peccavi

Küçük sayılacak bir kitaptı Bekir Yıldız’ın Kaçakçı Şahan’ı. Belki de bu yüzden, hemen okunup bitecek diye düşünüp bozulmuştum babam elime tutuşturduğunda. Çok sayfalı kitabın iyi kitap olduğuna inanmış çocuklardan biriydim ne de olsa. Bir kitabın sayfasının az ya da çok oluşunun hiç de önemli olmadığını, Yıldız’ınkinden de az sayfalı olan Komünist Manifesto adlı bir kitabın tüm dünyayı alt üst ettiğini öğrendiğimde anladım. Çocukluk, ikna olmayı, öğrenmeyi, kavramayı da içeren zorlu ama keyifli bir sürecin adıdır. Yaşadım bu keyfi ben.

Köy edebiyatı diye bir akımın başladığı dönemde, kıra, taşraya yönelik, -biraz da üstten bakan bir merak içeren- ilgiyi ranta çevirmeden ülke gerçeğini kalem alan, yani, Toplumcu Gerçekçi çizgide bir yazardı Bekir Yıldız. Kaçakçı Şahan’ın yayınlandığında kıyamet koparması, kitabın bir ülke gerçeğini hem de tüm çıplaklığıyla anlatabilme başarısını göstermesindendi.

Kaçakçı denen o sosyal figürün ne olduğunu, onların, diğer “suçlu”lardan ne kadar farklı göründüğünü bu kitap sayesinde anladım ben. O suçluları(!) çok da sevdim bu kitap yüzünden. Suçun, şartların zorlamasıyla oluşabileceğine, yani toplumsal bir “yaratım” olduğuna ikna olmayanlara, bu kitabı öneririm, rahatlıkla. Bazıları bu ya da benzeri kitaplara başvurmadan da, Kaçakçı Şahan’da anlatılan durumu, tüm açıklığıyla ortaya koyan, son derece ikna edici cümleler de kurabiliyorlar elbette. Şöyle örneğin: “Hiç kimse anasının karnından suçlu doğmaz”. Pek bir ikna edici değil midir sizce de bu saptama? 

Uludere’de Türk ordusunun savaş uçakları tarafından bombalanıp öldürülenler “analarının karnından aç doğanlardı”. Benim gibi düşünenlerin herkesin ortak malı olmasını bir insanlık ideali haline getirdikleri toprakların sınırlarla bölünmesi sonucu, içine hapsedildikleri coğrafyada işte bu “analarından aç doğanlar”ın, yani kaçakçıların, “sınır ötesi” ekmek parası kazanma kavgaları ölümle sonuçlanırdı sık sık. Çocukluğu oralarda geçmiş bir memur çocuğu olarak, duyardım ben de. Ne acıklı anlatırlardı tanık olanlar.  Yıldız’ın kitabına adını veren kaçakçı Şahan, sınırı geçerken mayın patlamasında ölen, kim oldukları öğrenilsin diye de köy sakinlerine naaşları meydanda teşhir edilenler arasındaki yakınını gösterip, “tanıyor musun?” diye soran subaya, sağlığında tüm hayatını beraber geçirdiği cansız bedene bakarak yanıt verir: “Tanımıyorum”.

Tanımak, bir anlamda suç ortağı olmak da demektir çünkü. Jandarma, kaçakçılığı, sözüm ona ölenin yakınlarına da baskı uygulayarak önleyecektir. Hep böyle olagelmiştir ayrıca. O yüzden tanımaz Şahan, o en yakınını. Yani Kaçakçı Şahan bir öykü karakteri değildir, kanlı, canlı biridir elbette. Yüzlerce vardır böyle. Hala da var oluşuna şaşmak mı gerek bilmem ama şu Uludere’de üzerlerine bomba yağanlar Şahan’dılar işte. Az da olsa var olduğunu ileri sürdükleri “sosyal refah”tan onlara düşen payı onlardan esirgeyenlerin, ekmek parası kazanmak için “kaçakçı” olmayı seçen bu talihsiz insanları bir de suçlu ilan etmeleri pek bir ucuzluktur. Yıldız’ın kitabında bunu da okursunuz.

Sınırdan çay, tütün vs kaçırılırdı genellikle. Hani şu “en doğal ihtiyaç” denen türden maddeler. Sınırın ötesinden getirenlere para kazandıran, sınırın bu tarafındakilerin de bütçesine uygun olan ihtiyaç maddeleridir altı üstü. Yani, bunun için ölünmüştür hep. Mayın patlardı, ölürdü bunlar. Mayından kurtulmak için de yapılan şuydu: Bir eşeğin kuyruğuna çalı çırpı bağlanır, mayınlı alanda yürüyen eşeğin patlattığı mayının çevresinden dolanarak gidilirdi karşıya. Fark edilemeyen mayın patladığında ne olurdu? Ölünürdü. Kural buydu. Kaçakçı ya jandarma kurşunuyla ya da üzerine bastığı mayınla, yine devlet eliyle ama, böyle ölürdü ancak. Alıştığımız, bildiğimiz buydu bizim.

Savaş uçaklarıyla öldürmek nereden çıktı? Mayınla, üç beş fişekle öldürülen kaçakçıyı da isyan coğrafyasında “hedef” görmenin hazin sonucudur bu. Orada “kaçakçı” da isyan eden de artık aynıdır. Dolayısıyla “yanlışlıkla” da olsa topluluksa görülen, yok edilmelidir. Ordudan, dini gerekçelerle istifa etmiş, bu konuda uzman olduğu söylenen eski bir komutan Vakit gazetesinde anlatıyor: “Savaş uçağıyla gidiyorsan niyetin belli. Demek ki öldüreceksin. Bari helikopterle git, kim olduklarını fark ettiğinde geri dönersin”.  İşleri fark etmek değil ama, yok etmek. Yok ettiler.

Kıyamet kopuyor şimdi. Kazayla oldu, yanlış istihbarat, kodlama hatası vs vs. Başbakan artık iyice savaşın diliyle konuşuyor. Egemen Bağış adlı bir bakan “kaçakçıların orda ne işi vardı?” diye soruyor. Oysa kaçakçılar sadece orada olabilirler, bunu aklına bile getirmiyor. Sınır kaçakçılığını, büyük metropollerden yönetilen uyuşturucu kaçakçılığı gibi bir şey sanıyor çünkü. O kaçakçılardan biri sormalıydı Bağış’a: “Kaçakçı Şahan’ı okursan anlardın benim neden burada olduğumu. İyi de sen neden ordasın?”.

Hükümetten, askerden tek bir kişi bile “yanlışlıkla oldu” demelerine rağmen sorumluluğu üzerine alıp biz yaptık demiyor.

1700’lü yıllar. İngilizler, işgal ettikleri Hindistan topraklarında önemli bir bölge olan Sind’i ele geçirirler. Burayı fetheden komutan, yüksek rütbeli komutanına durumu, tuhaftır, “ele geçirdim” yerine, “günah işledim” diyerek açıklar. Bir askerden beklenmeyecek duygusallık tabii ki bu. Kendi dilinde söylese daha fazla ezileceğinden midir nedir, bu  “günah işledim”i de İngilizce değil, Latince’deki karşılığıyla söyler: “Peccavi”.

Hükümete de orduya da sesleniyorum; her haltına bayıldığınız şu batılılar gibi davransanız, biriniz olsun  çıkıp, “günah işledim”deseniz. İçinizden bile söyleseniz, mutlaka duyulur.

Fazla bir şeye de ihtiyacınız yok aslında. Vicdanınızla, ahlakınız olsun yeter.

Latince’niz, Kürtçeniz olmasa da olur.