Panelist oldum

BEN paneller çağının çocuğuyum.

İlk gençlik yıllarımda...
Akranlarımın çoğu “12 Eylül’ün apolitik ortamı”na su taşırken...
Ben o panelden bu panele koşturup dururdum.
“Bilsak” ya da “Mülkiyeliler Birliği” salonlarının duvarlarının dili olsa da anlatsa...
* * *
O günlerde...
Panellerin denklemi şöyle kurulurdu: Bir sağcı yazar, bir solcu yazar, bir de İslamcı yazar bir masada kıyasıya tartışırlar, biz de büyük bir açlık içinde seyre dalardık.
“Açlık” vardı, çünkü memleketin üzerinden 12 Eylül geçmişti silindir gibi...
Konuşmak yasak, tartışmak yasak, ifade etmek yasak, düşünmek yasak...
Yasakçılar yasakların iplerini hafiften gevşetince başlamıştı bu “panel modası”.
* * *
O zamanlar bütün panellerin başlığında şu iki sözcük mutlaka yer alırdı:
“Demokrasi” ve “Özgürlükler”.
Sağcısı, solcusu, İslamcısı...
Hepsi ama hepsi daha demokrat, daha özgür bir Türkiye için konuşurlardı.
Murat Belge’li, Taha Akyol’lu, Uğur Mumcu’lu, Ali Bulaç’lı, Aziz Nesin’li, Hüseyin Hatemi’li, Mete Tunçay’lı, Abdurrahman Dilipak’lı panellerin hastasıydık.
Eğer seyrettiğimiz panel, hararetli geçmişse...
Hele “İslamcı yazar”, gol üstüne gol atmışsa...
Müthiş enerjik, süper keyifli olurduk.
Panelden çıkınca kendimizi şahane bir sinema filminden çıkmış gibi hissederdik:
Daha heyecanlı, daha bilenmiş, daha mutmain, daha özgüvenli...
* * *
Sonra bitti paneller dönemi...
-  Söylenecek sözler tükendi.
-  Panelistler kendilerini tekrar etmeye başladı.
-  Tartışmacılar bir araya gelmek istememeye başladı.
Hepsinden önemlisi...
-  Özel televizyonlar yayına başladı ve politik tartışmalar kendilerine yeni bir mecra buldu.
Ve paneller, “tatlı bir hatıra” olarak kaldı hafızalarımızda...
* * *
Cumartesi günü Ankara Barosu’nun düzenlediği “Hukuk Kurultayı”nın son paneline konuşmacı olarak katılınca eski bir hatırayı yâd eder gibi oldum.
İlk gençlik yıllarıma gittim.
Barolar Birliği’nin o salonunda kendimi bir anda “Bilsak” ya da “Mülkiyeliler Birliği” salonlarından birindeymişim gibi hissettim.
Nasıl hissetmeyeyim?
-  Eski dönemin panellerinde olduğu gibi bu panelde de “akacak mecra bulamayan kıstırılmış bir enerji” vardı. Konuşmak isteyen, tavır koymak isteyen, silkinmek isteyen bir enerji...
-  Eski dönemin panellerinde olduğu gibi bu panelde de panelistler hep aynı noktalara işaret ediyorlardı: “Demokrasi” diyorlardı, “özgürlükler” diyorlardı, “adalet” diyorlardı...
-  Eski dönemin panellerinde olduğu gibi bu panelde de dinleyiciler diri, heyecanlı ve beklentili sorular soruyorlardı.
Ama durun bir dakika!
Bir fark vardı: Eski dönemin panellerinde çok sık bir şekilde “Devlet Güvenlik Mahkemeleri”nden söz edilirdi, bu panelde ise çok sık bir şekilde “Özel Yetkili Mahkemeler”den söz edildi.

BDP’yi kapatmıyorlar.
-  Çünkü parti kapatmaya karşılar...
-  Çünkü bu devirde parti kapatmanın çok yanlış olduğunu düşünüyorlar.
-  Çünkü partilerin ancak halk tarafından sandıkta kapatılması gerektiğini düşünüyorlar.
-  Çünkü parti kapatmanın Avrupa standartlarına uymadığını düşünüyorlar.
Onun yerine...
-  Daha az baş ağrıtacak...
-  Daha az tepki çekecek...
-  Hiç değilse görüntüyü kurtaracak...
Bir yöntem bulunmuş.
Tutuklayarak işi bitirmek istiyorlar.
“KCK operasyonu” adı altında...
Partinin kadrolarını eritiyorlar.
Bu iş böyle giderse...
Tüm kadroları içeri düşmüş olan parti, otomatikman kapatılmış olacak.
Böylece biz Türkler, dünya siyasi hukuk tarihine “yeni bir parti kapatma yöntemi”ni armağan etmiş olacağız.
Kutlu olsun!

ANKARA Barosu’nun düzenlediği panelde 28 Şubat ile bugünü kıyaslarken 28 Şubat döneminde askerlerin yargı mensuplarına verdiği brifingleri gündeme getirdim.
Bunun yanlışlığına işaret ettim.
Dinleyici sıralarında oturan emekli Danıştay Başkanı Nuri Alan, söz alarak benim bu saptamama itiraz etti.
Dedi ki:
“O brifinglere ben de katıldım. Yargıçlar her türlü toplantıya katılırlar. Önemli olan aldıkları kararlarda katıldıkları o toplantıların etkisinin olup olmamasıdır.”
Şöyle yanıt verdim kendisine:
“Ama yargıçlar o brifinglere soğukkanlı bir şekilde katılmadı. Alkışlarla destek verdi.”
Bu cevabım salonun önemli bir kısmı tarafından alkışlarla desteklendi.
* * *
Şunu anladım:
Bundan böyle askerler yargı mensuplarına brifing vermeye falan kalkışmasınlar. Çok fazla dinleyici bulamayacaklar.

“Bir polemik kralı: Tayyip Erdoğan” başlıklı yazı, dün bu köşede yayınlandı. Söylediğim kısaca şuydu:
“Başbakan Erdoğan, gayet etkili ve usta işi polemik cümleleriyle Kemal Kılıçdaroğlu’nun fezlekeden kahramanlık çıkarma gayretini iki seksen yere serdi.”
* * *
Hak geçmesin!
Kemal Kılıçdaroğlu’nun dün Başbakan Erdoğan’a verdiği yanıt da hiç fena değildi hani...
Kılıçdaroğlu’nun “Başbakan doğru söylüyor, fezlekeden kahramanlık çıkmaz” diye başladığı ve “utanç çıkar, baskı çıkar, düşünce özgürlüğüne darbe çıkar” diye devam ettiği konuşmanın tam metnine bir bakın. Son günlerde Başbakan Erdoğan’a verilmiş en iyi Kemal Kılıçdaroğlu yanıtını göreceksiniz.

-  “BALIK Ankara’da yenir” sloganını tüm Türkiye’ye öğreten “Trilye” adlı balıkçının, “Türkiye’nin en büyük şemsiyesi” ve “beş adet dökme soba”yla oluşturduğu yeni avlu dizaynının hastası oldum.
-  Akşam saatlerinde aniden bastıran karın Kuğulu Park’ta oluşturduğu manzaranın hastası oldum.
-  Çankaya tepelerinden birine konuşlanmış olan mütevazı ama konforlu “Midi” adlı otelin hastası oldum.
-  Cinnah Caddesi’nde sağlı sollu ağaçların gece ışıklandırmasının hastası oldum.
-  Zaman gazetesinin Ankara Temsilciliği’nde AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’le yaptığımız uzun muhabbetin hastası oldum.
-  Ankara Barosu Başkanı Prof. Metin Feyzioğlu’nun panel yönetme becerisinin hastası oldum.

BEKİR Coşkun, Cumhuriyet’teki yazısına şu başlığı atmış:
“19 Mayıs nerenize battı?”
Taraftarları çok beğenmişler bu başlığı...
Sanal aleme taşımışlar.
Oysa hiç de yaratıcı bir başlık değil bu...
Vakit ya da Akit atardı bu tür başlıkları...
“Türban nerenize battı?” falan diye...

-  BEN demiştim.
-  Sen kovmuyorsun ben istifa ediyorum.
-  Özet geç.
-  Rolünü abartma.
-  Pazarda limon satarım yine geçinirim.
-  Çaptan düştüm.
-  Sen giderken ben geliyordum.
-  Önümüzdeki maçlara bakalım.