Öyle Bir Dünya Yok!...

Görev yaptığım okulun alt sokağında nesli tükenmekte olan mahalle bakkallarından biri var…

Ben orada 25. yılı çalıştığıma göre bu bakkal benden daha eski…

Yeni fark ettim; önceden yaşlı biri duruyordu içinde… Şimdi ise yaşı 30’larda bir delikanlı var…

Dükkânın çehresi biraz değişmiş… Dışarıda kaldırım yok ama; kaldırım hizasına gelecek şekilde bir tezgah kurulmuş… Tezgahın üzerine de tente örtü çekilmiş…

Anlayacağınız, market konsepti havası vermek istemiş kendince… Camlara da ardı ardına bir sürü yazı yazmış…

Yazıların içinde diğerlerinden daha büyük bir şekilde görünen “Araç parkı yasaktır” olanı dikkat çekiyor hemen…

Beş-altı yıl önce;  bu bakkalın yanındaki diğer işyerinden, tamire bıraktığım eşyamı alacaktım… O zamanlar içinde bahsettiğim yaşlı adam vardı… Aracımı çekmek için içeri girip izin istemiştim…

Senin için mahsuru yoksa, benim için de yok… O yolda benim kadar senin de hakkın var.” diye empati yüklü bir cevap vermişti…

Bakkallar başta olmak üzere küçük esnafın çoğu, büyük sermayeler karşısında direnme gücü bulamadıklarından ötürü kapanıyor…

Belli ki, direnenler; sermayenin karşısına daha başka önemli “değerleri” koyup da sabredenler…

Bu genç arkadaş; babasından sonra değiştirdikleriyle ve getirdiği yeni “konseptle” bakkalı daha ne kadar açık tutabilecek göreceğiz…

Söz yasaklara gelince, benim aklımda aniden “her yasak kendi isyancısını doğurur” ilkesi parlıyor!...

Yasaklar koyarak kendinize taraftar toplayamazsınız!...

Yasaklar koyarak kendinizi sevdiremezsiniz…

Bir şeyi yasakladığınız zaman, o yasağa direnecek birileri mutlaka ortaya çıkacaktır…

Lafın kısası, yasaklarla “efendilik” kurulmaz;  sadece “otorite” kurulur!...

Adı ne olursa olsun, hiçbir “otorite” de sevilmez zaten…

Aile içinde bile yaşadığımız, şahit olduğumuz şeyler bunlar…

Kızlarımla aramın bozulduğu anlar oluyor…

Durumun muhasebesini yaptığım da şunu görüyorum…

Farkında olmadan “yasaklar” koyarak “otorite” kurmuşum evde!...

Ünlü filozof Hegel’in, “köle ve efendi diyalektiği” başlığı ile tanımladığı bir yaklaşım var…

Bu yaklaşıma göre insan, doğar doğmaz kendisini hazır bir düzenin içinde bulur…

Ondan, kendisi doğmadan önce belirlenmiş o kurallara uyması istenir… Yani daha işin başında iradesinin yok sayıldığını anlar…

Akabinde, “özgürlük” kavramıyla tanışan insan; “irade, düşünce ve eylem” üçgeniyle kendisine verileni değiştirmeye, dünyasını da kendine göre “nesneleştirmeye” çalışır…

Bu noktada, otomatik olarak verileni terk edip, kendi binasını inşa etmesi insana yetmez…

Aynı zamanda kurduğu yeni dünyanın bilinmesini ve tanınmasını da bekler… Diğer kişiler üzerinde egemen olma dürtüsü de böylece ortaya çıkmış olur…

İşin Türkçesi; insanoğlu, “irademi kullanarak kölelikten kurtulayım ve efendi olayım” diye yola çıkar…

Ancak; sürecin sonunda, inşa ettiği dünyanın varlığını devam ettirebilmek için,  o da başkalarının varlığına ve desteğine ihtiyaç duyar hale gelir…

Yeniden başkalarının varlığına bağımlı hale gelmek “kölelik” değil de nedir?...

Güçlerin “denk” olmadığı bir düzende yalnızca köleler değil, efendiler de birer tutsaktır bana göre…

Daha da kötüsü, köleler bu durumun daima farkındadır…  O yüzden, düşüncesiyle değil, emeğiyle bir yere varmaya çalışır…

Ama “efendiliğe” soyunanlar hiçbir zaman düştükleri bu kısır döngüyü göremezler… Hem kendilerinin hem de etrafındakilerinin hayatını zindana çevirirler…

Yasaklar, sadece toplum düzenini sağlamak üzere konulması gereken normlar olarak kalmalı…

Şayet; her grup, yetki ve güç sahibi her birey kendi değer yargısıyla, kendi düşüncesiyle çıkarına öyle geldiği için yasak koymaya kalkarsa, orada düzen değil kargaşa doğar…

Temel haklar bakımından azınlığın çoğunlukla “denk” olduğu gerçeğinden kopmamalı…

Birinin özgürlüğü için, başka birinin özgürlüğünü elinden almak meşru bir “yasa” olamaz…

Yasa dediğiniz, ya da temel anlamıyla “yasak” dediğiniz şey, köleliğe değil, özgürlüğe götürmeli insanı…

Koyduğunuz kural, birini sevindirirken, diğerini üzmesin…

Birini zenginleştirirken, diğerini yoksullaştırmasın…

Birini korurken, diğerini kaderine terk etmesin…

Kazanın kaçınılmaz olduğu bir durumda; “acaba insana mı çarpsam, yoksa hayvana mı” diye kararsız kalındığında; tercihlerimizi, efendilerimizin düşünceleri değil, önceden kabul edilmiş evrensel değerler belirlemeli…

İrademiz, sadece kendi özgürlüğümüze değil, herkesin özgürlüğüne birden hizmet etmeli…

Değerler Eğitimi” ile kendi dünyanızın ilkelerini değil, “cihanşümul” ilkeleri öğretmelisiniz!...

Güç bizde, yetki bizde, artık “efendi” biziz diye her aklınıza eseni yapamazsınız… Bu tutumu zorla “meşru” saydıramazsınız…

Öyle bir dünya yok!...

Olmamalı da zaten…