İsmet Berkan dünkü yazısında “Belki Taha Akyol kızacak ama” diyerek Osmanlı’nın Kanuni döneminin ortalarından itibaren bilime ilgisizleşmeye başladığını yazdı, çöküşün temel sebeplerinden birinin bu olduğunu belirtti.
Şimdi, ‘belki İsmet Berkan kızacak ama’ bu konuda benim ne düşündüğümü, ne yazdığımı bilmeden hüküm vermiş! Evet, benim Selçuklu ve Osmanlı kültür mirası hakkında hassasiyetim büyüktür. Sanırım Berkan bundan hareketle yanlış bir sonuca varmış.
Yine de teşekkür, bilimde geri kalmamız konusunu gündeme getirmiş oldu.
Doğu’nun yükselişi
Hemen belirteyim, “Bilim ve Yanılgı” adlı kitabımda, Osmanlı’da matematik, tıp, fizik, astronomi gibi bilim dallarında hiçbir zaman geçmişteki İbni Heysem, Harezmi, El Kindi, İbni Sina düzeyine bile ulaşılamadığını, 16. yüzyıldan sonra daha da gerilendiğini yazdım (s. 74-81).
‘Osmanlılarda bilim’ sorununa bilim tarihinin genel dinamikleri açısından bakmalıyız.
İslam’da bilimlerin 12. yüzyılda zirveye çıktığı, bilinen bir gerçektir. Kıtalar arası İslam coğrafyasında farklı kültürlerle temaslar, büyük şehir merkezlerinin oluşması, deniz ve kara ticaretinin gelişmesi gibi dinamikler zihinleri açmış, bilimsel bilgilere merak ve ihtiyaç da yaratmıştı.
10. yüzyılda Ebul Vefa’nın “Tüccarlar ve İdareciler İçin Matematik” kitabı yazması, bu dinamiğin bir simgesidir.
Batı’nın yükselişi
Fakat 12. ve 13. yüzyıllarda Mogol istilasının İslam şehir altyapısını mahvetmesi ve Haçlı Seferleri’nde Akdeniz ticaretinin İtalyanların eline geçmesi, tarihçi Braudel’in deyimiyle İslam şehirlerini “kasabaya dönüştürdü”.
“Kasaba zihniyeti”nin hakim olması, İslam’da felsefe ve bilimlerin gerilemesinin temel sebebidir.
Buna karşılık, 13. yüzyılda İtalyan matematikçi Leonardo Fibonacci’nin “Tüccarlar ve İdareciler İçin Matematik” kitabı yazması, şehir ve ticaret dinamiğinin nasıl yer değiştirdiğini gösteren bir örnektir. Bu sebeple, Rönesans ve Galileo İtalya’da ortaya çıkacaktı.
İlim ve medrese
İslam tarihinde iki bilim ve eğitim geleneği belirleyici oldu: Biri deneysel bilimlerle ve felsefeyle ilgili “beyt’ül hikme” (felsefe evi) ve “dar’ül ulûm” (ilimler evi) geleğidir. 12. yüzyılın sonuna kadar bilimin evrensel meşalesi oldular.
Öbürü, toplumda inanç birliği sağlamak ve devletlere hukukçu yetiştirmek için kurulan “medrese” geleneği... Osmanlı kurulduğunda “dar’ul ulûm” geleneği sönmüş, medrese geleneği çoktan hakim olmuştu. Medrese hiçbir zaman felsefe ve bilimleri benimsemedi. Osmanlı’daki büyük matematikçiler, mimar, hekim ve denizciler medreseden değil “enderun”dan ve bir de usta-çırak ilişkileriyle yetişti, bir Ebul Vefa, bir İbni Sina çıkmadı.
Siyasi yapı da önemlidir, Roma medeniyeti de bir Aristo, bir Öklides çıkarmamıştı!
Var olan bilgiler devletin ve toplumun o sıralardaki pratik ihtiyaçlarını karşıladığı için fazlasına pek ihtiyaç da duyulmadı. Avrupa’da yeni bir bilimin geliştiğini, mağlup düştüğümüz savaşlarda fark ettik.
Sıra temel bilimlerde
Ağır sorunlar daima bilimin “pratik” tarafına, teknik ve teknolojiye öncelik vermemize sebep oldu. İlk modern bilim kurumumuz olan Mühendishane 1773’te askeri denizcilik için kuruldu.
Hem Darülfünun’da, hem Cumhuriyet’in 1933’te kurduğu Üniversite’de “temel bilimler” yönünde ciddi adımlar atılmış olsa da esasen pratik ihtiyaçlar ve siyasi öncelikler belirleyici oldu. Mesela ideolojik tercihlerle antropolojiye fizikten çok önem verildi.
Bilhassa dışa açılma, piyasa ekonomisi, rekabet gibi dinamikler geliştikçe devlet ve toplum olarak “temel bilimler”in önemini geçmişteki her dönemden daha iyi anlıyoruz.
(Hürriyet)