BİZİM memlekette...
Takılmış plak gibi hep aynı şeyleri söylersen...
Hep AK Parti’ye vurursan...
Ya da hep CHP’ye vurursan...
Sadece kendi gettonun türküsünü çığırırsan...
Camian adına hakikatleri çarpıtırsan...
Sadece kendi tutuklun için ağlarsan...
Başkalarının tutukluları için zil takıp oynarsan...
Başkalarına ait olduğunu düşündüğün tarihin zalimliklerine abanıp kendine ait kıldığın tarihin zalimliklerine ise tek bir laf etmezsen...
Kapıldığın taassup nedeniyle binlerce ölüyü bile görmezden gelirsen...
Sana “Amma da omurgalı adam” derler.
Yetmez... “İstikamet sahibi” derler. Yetmez...
“En azından dönek değil” derler.
Yetmez...
“İşte tam bana göre bir adam” derler.
“Omurgalı olmak” ile vicdansız olmanın...
“Omurgalı olmak” ile adaletsiz olmanın...
“Omurgalı olmak” ile hakikat çarpıtıcısı olmanın...
“Omurgalı olmak” ile hakkaniyetsiz olmanın...
Eşdeğer kabul edildiği bir ülkede...
“Omurgasız” olmayı göğsümde bir madalya gibi taşıyorum.
1960’larda ortaya çıkan gecekondu olgusunu anlatan Haldun Taner’in ölümsüz başyapıtı “Keşanlı Ali Destanı”nın Kanal D’de dizi olacağını duyduğumda “Eyvah” demiş, ardından da eklemiştim:
“Galiba bizim ‘Keşanlı’ da elden gidiyor.”
Fakat dün Kelebek’te “Keşanlı Ali Destanı” için Beykoz’da kurulan “Sineklidağ Mahallesi”nin fotoğraflarını görünce bir umut doğdu içimde.
Dizinin sanat yönetmeni Hakan Yarkın, öyle güzel bir iş çıkarmış ki, kendimi birden “Engin Cezzar / Gülriz Sururi” ikilisinin Keşanlı’da oynadıkları günlerde buldum.
Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla:
Paraya kıyılmış.
Detaylar atlanmamış.
Ve ortaya tam bir gecekondu mahallesi çıkmış.
Haldun Taner’in anlattığı “Sineklidağ Mahallesi”, ete kemiğe bürünmüş.
Madem öyle...
Bir yandan umutla bekleyelim, bir yandan da Keşanlı’daki “Sineklidağ” şarkısını gönül huzuruyla söyleyelim:
“Sineklidağ’dır burası / Şehre tepeden bakar / Ama şehir uzakta / Masallardaki kadar.”
DEVLET yetkililerimiz, özellikle Batılı ülkelerde “Bizde tutuklu gazeteci yok” diye açıklama yapmaya devam ediyorlar.
En son Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış bu kervana katılmış. Bağış, “Bizde gazetecilikten tutuklanan yok, onlar terör suçlusu” demiş.
Daha önce de yazmıştım:
Yeryüzünün en ceberut ülkelerinin bakanları bile, Brüksel’e falan gidip, “Bizde adet böyledir, biz gazetecileri tutuklarız” demezler. Peki ne derler?
Ne diyecekler, Egemen Bağış ne diyorsa onu derler.
NİHAT Doğan’ın Ankara’da bir otel odasında başına gelenlerden İsrail’i sorumlu tutması zaten çok komikti.
Üstüne bir de İsrail’in Ankara Büyükelçiliği’nin konuyla ilgili olarak “Biz de bu tür haberleri gülerek okuyoruz” açıklaması geldi.
Ve bu da yetmezmiş gibi...
“Yalan haberler üreterek geyik yapma” olayını başarıyla sürdüren “Zaytung” adlı sitenin şu esprisi geldi:
“İsrail ile ilişkiler Nihat Doğan seviyesine indi.”
Katkı sağlayan herkese çok teşekkürler. Dün sayelerinde hakikaten bin güldük.
FEHMİ Koru’ya verdiğim her cevap, onun çaptan düşüş hızını bir parça yavaşlatıyor.
Farkındayım bunun.
O yazıyor, ben yazıyorum, sonuçta kimsenin merak etmediği Fehmi Koru yazıları, bir parça merak uyandırır hale geliyor.
Ama yeter.
Artık bundan sonrasını kendisi halletsin.
Bu nedenle...
Çaptan düşüş yeniden trajik hale gelinceye kadar Fehmi Koru ile giriştiğim son kalem kavgasına son veriyorum.
Bunları okuyunca aklınıza “Sen de amma kibirliymişsin” cümlesi gelebilir. Hayır, hayır.
Kibirle bir ilgisi yok olayın...
“Ben biriyle kalem kavgasına giriştiğimde o kişi süper dikkat çeker” anlamına gelmez yazdıklarım.
Şu anlama gelir:
Fehmi Abi’nin çaptan düşmüşlüğü o kadar trajik boyutlara vardı ki, ancak bu tür kalem kavgalarının katkısı sayesinde bir parmak yükselebiliyor.
MİLLİ Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’e sesleniyorum: “Atanamayan” öğretmenleri atamıyorsunuz.
Anlıyoruz.
Paranız yok.
Kaynağınız yok.
Daha önce verilen sözleri çeşitli nedenlerle tutamıyorsunuz. Hepsine tamam.
Ama atanamayan öğretmenler hakkında alay eder gibi “Atanamıyorlarsa zaten öğretmen değildirler” ya da “Kendilerine başka iş baksınlar” türü açıklamalar yapmanızı kabul edemeyiz. Çünkü...
Bu tür açıklamalarınız devreye girince “isteyip de yapamama” durumu gidiyor, onun yerine empati yoksunluğu, anlayışsızlık ve acımasızlık geliyor.
İMAM-hatiplere yönelik ayrımcı bir uygulama vardı.
Sırf imam-hatipliler üniversiteye giremesin diye uydurulmuş bir katsayı uygulaması...
İmam-hatipler nedeniyle meslek liselerine de yönelen bu zalim uygulama kalktı.
Peki nasıl kalktı?
Konuşarak, tartışarak, bunun zulüm olduğu kabul edilerek falan mı?
Hayır. Şöyle kalktı:
AK Parti YÖK’e el attı, YÖK’teki yapıyı değiştirdi, oraya sağlam bir şekilde oturdu, memlekette de itiraz edecek bir yapı kalmadı ve böylece kalktı.
Yani zorla. Bizim bir sorunumuz da budur işte: Sorunlarımızı tartışarak çözmeyiz biz.
Kim güçlüyse ona tabi oluruz. Gücü kim ele geçirirse onun borusunun ötmesi bundandır.