Ocak ayından korkuyorum!



Gelin kısa bir hafıza tazelemesi yapalım.

Yüz yıl once Osmanlı devletinin başı fena halde dertteydi. Trablusgarp’ı kaybederken bir de Balkan Savaşı’yla uğraşmak zorunda kalmıştı.

Oysa ordu böyle bir savaşa hazır değildi, çünkü askerin içine siyaset girmiş ve değişik görüşler her şeyi darmadağın etmişti.

Ayrıca “Orduyu gençleştirme ve modernleştirme“ bahanesiyle birçok asker emekliye sevkedilmişti. Ülkeyi koruma görevini üstelenen ordu moralsizdi.

Bu durumda umutsuz bir savaşa sürüklendik. Sonra kayıplar ve siyasi kargaşalar birbirini izledi.

İktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki partisinin üst kadrosu, 2 Ağustos 1914’te padişaha ve hükümete haber vermeden, Almanya ile gizli bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma I. Dünya Savaşı’na katılmamıza sebep oldu.

Alman hayranı Enver Paşa’nın bize sığınan iki Alman gemisine, Odessa ve Sivastopol’u bombalama emri vermesinden sonra kelimenin tam anlamıyla ateşin içine düştük.

Cephe üstüne cephe açıldı, fedakâr Anadolu evlatları bu cephelerde kırıldı, imparatorluk battı ve Milli Mücadele sayesinde kurtulacağımız bir köleliğe mahkûm edildik.

Bütün bunlar başdöndürücü bir hızla, sadece on yıl içinde olup bitti.

GELELİM BUGÜNE

Bugünü değerlendirmek için yeterli bilgiler yok elimizde ama özellikle dış basının yazdıkları içimizi derin kaygılarla dolduruyor ve bazı yakıcı sorular aklımızı kurcalıyor.

Mesela:

Acaba İttihatçıların Almanya ile gizlice anlaşması gibi, şu anda herhangi bir devletle haberimiz olmayan bir anlaşma yapıldı mı?

İran’ın, ilk saldırıda hedefin Türkiye olacağını açıklamasına neden olan ‘füze kalkanı‘, o dönemin (Odessa’yı bombalattığımız) Alman gemileri ile kıyaslanabilir mi?

Yıllardır kanayan Irak sınırımıza ek olarak 900 kilometrelik bir Suriye cephesi mi açıldı? Bu kadar uzun bir sınır nasıl korunacak?

Dünya gazete ve televizyonlarının açıkça belgelediği gibi, Suriye ile “ilan edilmemiş bir savaş“ durumunda mıyız?

Balkan Harbi’ndeki gibi orduya siyaset mi girdi?

New York Times gazetesi emekli edilen 50 general ve amirali hatırlatarak, Türk ordusunun savaşma gücünü niçin sorguluyor?

Ordunun morali yerinde mi yoksa Balkan Harbi öncesindeki gibi moralsiz mi?

Yine dünya basınının öne sürdüğü gibi Özgür Suriye Ordusu’nu biz mi silahlandırıp, kamplarımızda eğitiyoruz?

İsrail Başbakanı Netanyahu’nun İran’a saldırı gerekçelerini açıkladığı

bir dönemde ve bölgede, TBMM niçin acil olarak toplanıp yakın savaş ihtimalini konuşmuyor?

Ve;

Şemdinli’de 20 gündür ne oluyor?



Sanki memleketin üstüne ölü toprağı serilmiş gibi, pek az kişi bu cehennem sorularını soruyor ve cevaplarını arıyor.

Büyük kitle uyuşuk, donmuş.

Medya dişe dokunur bir haber vermiyor.

Tatil yörelerine gitmiş olan “ileri gelenler“ ise hangi lokantanın daha iyi olduğu tartışmasından, böyle şeylere vakit ayıramıyorlar.

Yani içler acısı bir durum.



Savaş veya ihtilal gibi büyük dönüşümler arifesinde böyle bir akıl tutulması yaşanır. Sanki toplumun basireti bağlanmıştır.

Fransa Kralı XVI. Louis’ye, sonunda kellesini kaybedeceği ihtilalin başladığı saatlerde “Yine sıradan bir gün!“ notunu yazdıran, bu akıl tutulmasıdır işte.

Osmanlı adım adım felakete yaklaşırken, Mustafa Kemal gibi birkaç zeki yurtsever dışında, hiç kimse nereye sürüklendiğimizi görmüyordu. Bu zeki insanların uyarılarına ise aldıran yoktu.



Umarım yanılıyorumdur ama ben ocak ayından sonrasını hayra yormakta güçlük çekiyorum.

Niye ocak?

Çünkü kasım ayında ABD’de başkanlık seçimleri var. Ya Obama devam edecek ya da Romney ile yer değiştirecek.

Her iki durumda da Washington kasım-aralık aylarında bu işle meşgul olur. Noel tatilini de hesaba katarsanız, Orta Doğu’daki radikal girişimler ocak ayında başlar.

O zamana kadar da psikolojik, lojistik, askeri tahkimatlar yapılmış olur.

Bu yüzden, ocak ayından korkuyorum.

Ve bütün kalbimle yanılmış olmayı diliyorum.

(Vatan gazetesinden alınmıştır)