Türkiye’de anormal yani 2012’de olmaması gereken şeyler de oluyor.
Uludere olayı kanımca anormal olayların en önemlilerinden biri idi.
MİT Müsteşarının, yasalardaki açık hükme rağmen, ifade vermeye çağrılabilmesi anormallikler zincirinin en son halkası.
Bu arada, bu anormallikler zincirine, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Yasemin Çongar gibi tüm saydamlıklarıyla kamuoyu önünde duran kişilerin 2008’den beri MİT tarafından, takma isimlerle, yasadışı olarak dinleniyor olmaları gibi bir saçmalığı da ekleyebilirsiniz.
2005 senesinde yaşanan bir tren kazasının yedi sene sonra zaman aşımından düşmesini de mercek altına alabilirsiniz; her kazanın bir nedeni, bir sorumlusu olması gerekir diye düşünüyorum, çok da yanlışım yok galiba. 16 Mart katliamı, Kemal Türkler cinayetinin de zaman aşımına uğramış olmaları gibi.
Erhan Tuncel’in bile açık açık işaret ettiği Reşat Altay’ın 16 Mart katliamından günümüze hep yükselmesi, yükseltilmesi gibi.
Ve en büyük anormallik de tüm bu anormal gelişmelerin yüzde ellinin üzerinde muazzam bir kitlesel siyasi desteğe sahip AK Parti dönemine rastlaması.
Ve bu kitlesel siyasi desteğin azımsanmayacak bir bölümünün, muhafazakar kesimin de büyük katkısıyla, AK Parti’ye, devletin kılcal damarlarına işlemiş bazı anormal refleksleri kökünden temizlemesi için verildiğinin malum olmasına rağmen.
Bu anormalliklere çok radikal neşter atılmadığı sürece de her gün karşımıza anlamakta, yorumlamakta zorlanacağımız meselelerin çıkmasına şaşmamak lazım. Anormal yapıların, anormal düzenlemelerin temel amacı, muhtemelen 20. Asrın başından günümüze kadar, hep açık toplumu engelleme, kapalı toplumu egemen kılma.
AK Parti, iktidara gelişinin üzerinden on sene geçmesine rağmen, köken olarak, kültür olarak, kolektif hafıza ve kurumsal bilgi olarak bu kapalı toplumcu iklimin dışında bir yerde duruyor.
AK Parti’nin bu kapalı toplumcu iklimin dışında duruyor olması objektif, tarihsel bir vakıa; yani AK Parti’nin başarısı ya da kabahati değil.
AK Parti de, bu iklimin ülkemizde çok köklü bir iklim olduğunu görüyor, bu iklimle mücadele etmek de istemiyor değil, çünkü bu iklimin nihai ve vazgeçilmez hedefinin kendini ortadan kaldırmak olduğunu da görüyor, biliyor ama kanımca MÜCADELE İÇİN YANLIŞ YÖNTEMLER SEÇİYOR.
Kapalı toplumcu geleneğin onyıllar boyunca oluşturduğu bir ortam, isterseniz buna bataklık da diyebilirsiniz, onuncu senede yine hala devletin her yerinde olabiliyor.
Bu bataklıkla mücadele etmenin en etkin yolu kuşkusuz kendini tümüyle bu bataklık ortamının dışında konumlamak ve yere en sağlam bastığı noktadan, mesela 12 Eylül referandumundaki yüzde 58’den güç alarak bataklığın üzerine gitmek.
Oysa, yanılıyor olabilirim ama, gözlemlediğim, AK Parti’nin çizmeleri çekerek bataklığa daldığı, bu bataklık içinden, bataklığın kurallarıyla aynı bataklığın eski ama hala güçlü sahipleriyle mücadele etmek istemesi.
Bu iş adeta imkansızdır, bataklığın köklü sahipleriyle AK Parti rakip sahada, bataklıkta, tam da tarihsel reflekslerle içselleştiremediği kurallarla mücadele edemez.
Bir iddia da, ben hala konduramıyorum, AK Parti’nin bataklığın kendisiyle değil, sadece bataklığın eski sahipleriyle dövüştüğü doğrultusunda.
Bu iddia doğru ya da yanlış olabilir ama çabanın yani bataklığın içinden bataklığın eskilerini temizlemenin imkansızlığı ortada.
AK Parti maçları deplasmanda değil, kendi sahasında oynamalı, illegal, gayrimeşru rakiplerini yüzde 58’in ortamına çekerek yenmeğe çalışmalıdır.
AB sürecinin yol haritaları, küresel gelişmeler, Ortadoğu’da yaşananlar, referandumda yüzde 58’e çıkabilen destek AK Parti için tuhaf ittifaklar aramaktan çok daha hayırlıdır.
AB standartlarında normalleşme geciktikçe AK Parti mücadeleyi, rakibinin sahasında ve rakibinin kurallarıyla kabul ediyor olmaktadır.
Oysa, normalleşme demek, özünde, bataklığın ve bataklık kurallarının yok edilmesi demektir.
Tercih Erdoğan’ın ve AK Parti’nindir, ama yapılacak tercihin sonuçları bizimdir.
Uludere de, MİT’in Altan’ları dinlemesi de, Reşat Altay’ın yükselişi de, MİT Müsteşarı’nın ifadeye çağrılması da normalleşememenin sonuçlarıdır, maliyetleridir.
Normalleşememe, gelir, eninde sonunda, ekonomiyi de vurur, bunu da unutmayalım.