Normal insan utanır... Bunlar övünüyor!

Rahmetli Attila İlhan, kozmopolit bir Batıcı olarak gittiği Fransa’dan, nasıl “yerlici” bir Kemalist olarak döndüğünü anlatır uzun uzun...

Bütün denemeleri (tartışmaları) bu mihverdedir...

Bir norm olarak Batı kültürüne ve yaşayışına evet ama bunun kültür emperyalizmine dönüşmesine yahut dönüştürülmesine, “değerlerimizi” ortadan kaldırmasına hayır.

Hep bunları yazdı rahmetli...

Ama “yerlilik”ten ne anlamamız gerektiğini, “değerlerimiz”in altını nasıl dolduracağımızı söyleyemedi... Naçar, Kemalizm’i koydu bunların yerine... Tıkandığı yer de burasıdır.

Biraz “Asya Tipi” esintisi, biraz “Galiyevizm”, biraz “güler yüzlü Turancılık”, eh az biraz da ceberut olmayan sosyalizm... Kemalizm’in bütün bunların toplamından türeyen bir “yeniçağ ideolojisi” olduğunu ileri sürdü ve bazen gülünç durumlara düştü.

Fakat, “usta”nın Batı (ve Batıcılık) konusundaki tespitleri değerlidir...

Batıdan (ve Batıcılıktan) söz ettiğinde, “utangaç bir Cemil Meriç” konuşuyor sanırız. Cemil Meriç’teki celadet, Attila İlhan’da ölçülü bir “anlama çabasına” dönüşür. Anlar, ondan sonra mahkûm eder.

Bir tecrübeden süzüp getirdiği gözlemleri de, aynı şekilde, değerlidir...

Çünkü, Batıyı, gündelik yaşayışıyla “içeri”den bilir, tanırdı.

Batılı aydını da tanırdı...

Bir kitabında (“Aydınlar Savaşı” olabilir mi?), Batılı aydınla Türk aydınını karşılaştırıyordu ve ilginç “sonuçlara” varıyordu.

Batılı aydın, evet, “öteki” olarak gördüğü üçüncü dünya insanına tarihsel önyargılarla bakmaktadır ama kendisini var eden değerlerle de barışıktır, bu değerlerle arasına “kategorik bir mesafe” koymamıştır.

Mesela, bir Alman aydını Hıristiyanlığı, İncil’i, Protestan kültürünü ve ahlakını bilir.

İnanmasa da bilir...

Hayatını ona göre tanzim etmese de, kutsal metinleri okumuştur ve teolojik sonuçlar çıkaracak kadar vakıftır oradan türeyen kültüre...

Bu değerlere (bu “küll”e) yabancı olmaktan da utanır.

Bildiği ölçüde “aydın”dır çünkü.

Bildiği için söz söyleme ehliyetini kazanmıştır.

Peki bizde?

Bizde “aydın” olmanın şartı bilmemek, okumamak, anlamamaktır.

İslam “küll”üne ve değerlerine ne kadar mesafeliyseniz, o kadar aydınsınız.

Ne kadar az şey biliyorsanız, o kadar çağdaşsınız.

Halkla ne kadar mesafeliyseniz, o kadar ilericisiniz.

Bizde aydın, üstelik, kendisini halkla “kategorik” olarak ayırmıştır.

Halkın değer tercihlerine düşmanlık yapmayı, bu nedenle, “aydın raconu” sayar.

Daha da kötüsü, bilmemekle, okumamakla, anlamamakla övünür.

Bu durum muvacehesinde aşağıdaki “notlara” bakalım:

HAMİŞ 1

Muhterem kankam Kur’an’ın (Türkçe) mealini okumuş. Diyor ki, “Şu an Kur’an’ı hatim indirmek üzereyim...” Literatürde “hatmetmek”, “hatim indirmek” gibi ifadeler var ama “Kur’an’ı hatim indirmek” diye bir şey yok. Benim bildiğim, meal okumaları için bu ifade kullanılmaz.

HAMİŞ 2

Muhterem kankam diyor ki, “Çok güzel Kur’an çevirileri çıkmaya başladı...” Bazıları Kur’an çevirilerinin “28 Şubat’ın bir armağanı” olduğunu sanıyor. Muhterem kankam doğmadan önce de çok güzel Kur’an çevirileri vardı ama hiçbir ilerici aydınımız “Şurada ne yazıyor, bir bakalım” diye merak etmiyordu.

HAMİŞ 3

Muhterem kankam, Kur’an’da ne yazdığını 65 yaşında merak etmiş ve ancak yeni yeni okumaya (kendi ifadesiyle “hatim indirmeye”) başlamış. Bunun masum bir “geç intikal” olduğunu düşünenlere, Attila İlhan’ın yaptığı karşılaştırmaya göz atmalarını tavsiye ediyorum... Bakalım bu “geç intikal” ne tür bir kibrin ürünüymüş.

(Star gazetesinden alınmıştır)