Bakıyoruz:
Sadece muhafazakâr kesimde bir bayram havası...
Laik kesimde ise bir bıkkınlık edası, bir “Bitse de başka konulara geçsek” havası...
Peki, neden böyle?
Neden toplumun tüm kesimleri, “Yaşasın, ülkemiz darbelerle hesaplaşıyor” diye bayram yapmıyor?
Nedenini söyleyeyim:
Çünkü bu ortak bir hesaplaşma değil.
* * *
28 Şubat’ta karşı karşıya gelen toplum kesimleri, esaslı bir uzlaşmaya varamadılar.
Özellikle “laik kesim”, en temel din ve vicdan özgürlüğü konularında bile ödünsüz bir tutum aldılar.
Direndiler.
Hem de sonuna kadar direndiler.
Sıfır empatiyle yaklaştılar.
Türban konusunda bile asla yumuşamadılar.
* * *
Muhafazakârların bundan çıkardığı ders şu oldu:
Bu memlekette gücün yoksa bir etkin yok.
“Gücün yetiyorsa karşındakinin bileğini bükebilirsin.” Muhafazakârlar bunu anladılar.
İktidara geldiler, gücü ele geçirdiler.
Baktılar ki:
Memlekette “bükemediğin bileği öpeceksin” anlayışı egemen...
Baktılar ki:
Yükseldikçe el öpenler daha da çoğalıyor.
İşte o zaman vaktiyle kendilerine çektirmiş olanlara çektirmeye başladılar.
Zihinsel olarak otoriter siyasetlere yatkınlıkları da işin cabası oldu.
* * *
Kısacası...
Şu anda “güç”ten bağımsız bir arınma duygusuyla, bir hesaplaşma arzusuyla, bir uzlaşma arayışıyla, bir barışma hevesiyle yürümüyor işler.
Daha çok “teslim alma / teslim olma” şeklinde yürüyor.
28 Şubat’ta çok çekmiş muhafazakârlar intikamlarının alındığı duygusuyla mutlular.
28 Şubat’a destek vermiş olanların önemli bir bölümü susuyor, bir bölümü alttan alıyor, bir bölümü ise suçu başkalarına atarak durumu kurtarmaya çalışıyorlar.
İçlerindeki temel duygu ise “bizim de vaktimiz gelecek” duygusu...
* * *
İşte bu nedenle bu süreç ortak bir heyecan, ortak bir arınma duygusu, ortak bir hesaplaşma özlemine dönüşmüyor.
Sadece muhafazakâr yürekler biraz olsun soğuyor, o kadar.
DENEYİMLERİNDEN ve bazı Amerikan filmlerindeki repliklerden çıkardığım şöyle bir sonuç var:
Bir insanın mutlaka...
- İyi bir muhasebeci...
- İyi bir avukat...
- İyi bir doktor...
- İyi bir ilahiyatçı...
- İyi bir iç mimar...
- İyi bir aşçı...
- İyi bir turizmci...
- İyi bir bankacı...
Arkadaşı olmalı...
Hem de en yakın arkadaşları.
BAZILARI soytarıları çok önemsiyorlar.
Diyorlar ki:
“Soytarılar krala hiç kimsenin söylemeyeceğini söylerler.”
* * *
Dün baktım, “Behzat Ç.”yi canlandıran oyuncu Erdal Beşikçioğlu da Radikal’e verdiği röportajda benzer bir kelam etmiş.
Tiyatronun ve tiyatrocuların önemini anlatırken diyor ki:
“Bir ülkenin soytarısı yoksa eğer o ülkenin kralı krallığı yönetemez. Ben konuşacağım ki o bilgilenecek. Ben sorgulayacağım ki o da kendini sorgulayacak.”
* * *
Ne kadar yanlış bir düşünce!
Soytarılar, hiçbir zaman eleştirinin ve sorgulamanın sembolü olamazlar.
Soytarılar krallara hiç kimsenin söyleyemeyeceği söyler gibi görünseler de mutlaka bir sınırları vardır. O sınırı da kralın eğlence anlayışı belirler.
Kralın eğlenmediği an, soytarının özgürlük sınırının bittiği andır.
Dolayısıyla...
Şu “kral ve soytarı” benzetmesi üzerinden eleştiri ve sorgulamanın gerekliliğine dair laflar üretmekten vazgeçilse iyi olur.
- BİR: “Benim dedem de müftüydü” ya da “benim anneannem de başını örterdi” demekten vazgeçin. Karşı tarafla bu sahada yarışmanız mümkün değil.
- İKİ: “Ama benim kalbim temiz” tezine de pek bel bağlamayın. Dini tartışmalarda kalp temizliğinin bir argüman olarak ileri sürülmesi sadece alay konusu yapılır.
- ÜÇ: İslami terminolojiyi kullanma çabası içine girmeyin. Çünkü bu alanda vereceğiniz en küçük falso, karşı taraf tarafından “öğren de gel” muamelesine tabi tutulacaktır.
- DÖRT: Parti yönetimine “mızraklı” ya da “mızraksız” mutlaka “ilmihal” kitabı okumayı zorunlu hale getiriniz.
- BEŞ: Temel dini bilgiler konusunda birbirinize küçük sınavlar yapın: Mesela ayet ile hadis arasındaki farkı, mesela farz ile sünnet arasındaki farkı birbirinize sorun.
- ALTI: Bilmediğiniz dini konularda kulaktan duyma bilgilerle bir şeyler yapmaya çalışmak yerine “Blöfçünün Rehberi Din” kitabında anlatılan taktikleri uygulayın.
- YEDİ: Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz gibi aykırı ilahiyatçılardan uzak durun. Çünkü onlar yüzünden yaklaşmak istediğiniz topluluktan daha da uzaklaşmış olursunuz.
- SEKİZ: “Selamünaleyküm” ve “aleykümselam” demekten kaçınmayın... Bir şey kaybetmezsiniz.
- DOKUZ: “Ben dine çok saygılıyımdır” demek yerine “Ben dinsel özgürlüklerin sonuna kadar kullanılmasından yanayım” deyin.
- ON: Dinde var olan değerleri benimseyerek dile getirmek için sabah akşam ibadet etmek gerekmez. Dini değerlerin vurgulanmasından kaçınmayın.
İDRİS Naim Şahin’i Tarafsız Bölge’de ağırlamak istiyorum.
“Ne kadar istiyorsun, göster bakalım” derse...
Takla atmam, oyun oynamam.
Ama istiyorum. Hem de çok istiyorum.
Kendim için mi?
Hayır.
Kendisi için...
* * *
İdris Naim Şahin kısa süre içinde bir imaj oluşturdu.
Sevimli bir imaj değil bu...
“Best of”larına bir bakın:
Hepsinde...
- Milliyetçi Cephe hükümetlerine mensup bakanların tarzını görürsünüz.
- “Biz komünistlerin nefes alışını bile takip ediyoruz” diyen Faruk Sükan’ı görürsünüz.
- 70’lerin sağcı siyasetçilerine özgü anlayışsızlıkları görürsünüz.
Bir tek “takla at” meselesinde bir komiklik arayışı var, ancak orada da sadece gülünç olabildi.
Diğerlerinin tümü sert, katı ve esprisiz...
Kendi partisinden bile mırın kırın seslerinin yükseldiğini düşünürsek imaj açısından kaybedeceği bir şey yok.
* * *
Bu tür durumlarda yapılacak en iyi şey ekrana çıkıp sorulara açık yüreklilikle cevap vermektir.
Çünkü...
Kaybedilecek bir şeyin kalmadığı yerde mutlaka kazanç olur.
(Hürriyet)