Müslüman solcu olmazmış

- Müslüman sağcı olur, ses etmezler.

- Müslüman kapitalist olur, ses etmezler.
- Müslüman komünizmle mücadele derneği kurar, ses etmezler.
- Müslüman milliyetçi olur, ses etmezler.
- Müslüman muhafazakâr olur, ses etmezler.
- Müslüman saltanatçı olur, ses etmezler.
- Müslüman liberal olur, ses etmezler.
- Müslüman Amerikancı olur, ses etmezler.
- Müslüman Osmanlıcı olur, ses etmezler.
Fakat ne zaman ki...
Kendilerine “Müslüman” diyen üç-beş kişi, hafiften “solcu” takılmaya başlar, işte o zaman atarlar kendilerini ortaya...
Terbiyeliyseler:
Başlarlar hemen “size Müslümanlık yetmiyor mu, ne gerek var solculuğa” türü üst perdeden konuşmaya...
Terbiye falan hak getire ise:
Çıkarırlar çıkınlarından en nadide küfürleri, hakaretleri, iftiraları...

Kısacası... Müslüman’ın “sol el”i de ne yazık ki mazlum, ne yazık ki gariban, ne yazık ki itilmiş ve ne yazık ki zavallıdır.

CHP’liler için “Melih Gökçek’le mücadele rehberi” yazdım.
Dedim ki:
“İçinizden birine Melih Gökçek’i markaja alma görevi verin.”
Fakat dinlemediler.
İşte görüyorsunuz:
Yine başları Melih Gökçek’le dertte...

Olay şöyle oldu:
Gürsel Tekin olayı patlak verince Melih Gökçek hemen bir iddiayla ortaya çıktı:
“Gürsel Tekin ile Mustafa Sarıgül anlaştı, ayrı parti kuruyorlar.”
Kuyruklu yalandı bu.
Gürsel Tekin de, Mustafa Sarıgül de yalanladı bu iddiayı...
Ama “iddia” tuttu.
Her tarafta Gökçek’in palavrası konuşulur oldu.
Hatta CHP yönetimine bile bu iddialar soruldu.
Böylece Gökçek amacına ulaştı: Zaten alevi bol olan CHP ateşini odunlarla beslemiş oldu.
Oysa CHP, “uyanık bir elemanı”nı Gökçek’i markaja alma işine tayin etseydi ve o “eleman”, daha Gökçek palavrasını ortaya atmaya fırsat bulamadan “Melih Gökçek, Tayyip Erdoğan’a başkaldırmaya hazırlanıyor” diye bir palavrayı ortaya salsaydı, Gökçek bu palavrayla mücadele etmekten, CHP içindeki ateşe odun atmaya fırsat bulamayacaktı.

Güya sakalımız var ama sözümüzü dinleyen nerede?

- Okul çağına gelmiş çocukların önemli bir kısmının sütü ilk kez okulda içiyor olmaları...
- James Bond filminin setinde habercilerin korumalarla kavga etmesi...
- Herkesin “mazlumluk” ve “zalimlik” dönemlerini, kavga etmeden sırayla beklemesi...
- Başbakan’ın kızdığı herkese “sen kimsin” diye çatması...
- Açılış törenini kaçıran bürokratların, tören fotoğraflarına fotomontajla dahil olmaları...
- Bir tiyatro oyununa “Mason / Yahudi / Komünist” adlarından türetilen “Maskomya” adının verilmesi...
- Bir kamyon şoförünün, “beni nasıl sollarsınız” diyerek ambulansa terör uygulaması...
-  Matbuatta epey miktarda “başbakan’ı eleştiren yazarları eleştiren yazarlar” grubunun istihdam edilmesi...

DEĞİŞMEZ münazara geyiğidir, bitmez bir kompozisyon konusudur:
“Sanat sanat için midir, yoksa sanat toplum için midir?”
Asla Tarafsız Bölge’de böyle bir konuyu tartışmak istemem.
Çünkü...
“Of ne bayat konu bu” tepkisiyle karşılaşmaktan korkarım.

Fakat işte bir “bayat konu” daha Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından güncellenmiş oldu.
Dün partisinin Kahramanmaraş İl Kongresi’nde konuşan Erdoğan şöyle dedi:
“Bunlar sanatı toplum için yapmazlar. Bunlar sanatı sanat için yaparlar.”
Hadi bakalım, bize yine iş çıktı.
Hilmi Hoca! İskender Bey! Sayın Halman! Bedri! Ali Akay!
Soyutçular, İkinci Yeniciler, Dadaistler, Yapıbozumcular, Dışavurumcular, Minimalistler, Popartçılar!
Lütfen telefonunuz açık olsun, en kısa zamanda arayacağız sizi...

BİR partide kriz nasıl çıkar?
Şöyle çıkar:
Önce parti içi kavgaya ve kavganın sebeplerine dair küçük haberler yayınlanır gazetelerde...
Ardından o haberler biraz büyür.
Sonra biraz daha büyür.
Kamuoyu kavganın nedenini, taraflarını gayet iyi bir şekilde anlar.
Partililer nerede duracaklarına karar verir.
Ve en sonunda istifalar falan gelir.
CHP’de ise krizler hep sondan başlıyor.
Önce istifalar geliyor, ardından kamuoyu başlıyor “ne oluyor yahu” diye sormaya...
Yani hep “sürpriz kriz” olayı...

Parti içi kargaşalar, krizler, çalkantılar, kavgalar kötü değildir.
Bir dinamizme işaret eder, bir beklentiye... Bir arayışa...
Fakat bunun tek koşulu var:
Sürprizsiz olacak.

İSTANBUL Barosu Başkanı Ümit Kocasakal’a “darbe şakşakçısı” diyorlar, “askerden medet uman hukukçu” diyorlar, “askeri düzeni çağırıyor” diyorlar.
Peki Kocasakal ne demiş de, bunlar söyleniyor?
Şunları demiş:
“Biz zannettik ki günde beş vakit laiklikten söz ederek laiklik korunur. Biz zannettik ki ordumuz var, o güçlü ordu bizi korur. Ben TSK’nın kurumsal kimliğini hep savundum. Biz NATO’ya girdiğimizden beri ‘ne kadar milli ordumuz kaldı’, bunu hiç düşünmek istemedik. Geldiğimiz bu noktanın hayırlı bir yönü oldu. Artık TSK vesaire yerine Türk silahsız kuvvetleri var. Siz Türk silahsız kuvvetlerisiniz.”

Bu sözlerin neresinde “darbe şakşakçılığı” var, anlamış değilim.
Bunlar bir tür “özeleştiri” cümleleri...
Adam diyor ki: “Biz bir zamanlar şöyle yapıyorduk, yanlış yapıyorduk, artık yapmamalıyız.”
Adam diyor ki: “Yanılmışız.”
Adam diyor ki: “Eskiden askerden medet umardık, şimdi ummuyoruz.”
Ne var bunda?
Kocasakal’ın durduğu yeri eleştirmek, görüşlerini beğenmemek, kendisini yerden yere vurmak tamam da söylediği sözleri çarpıtmak da neyin nesi?
Peki ya Kocakasal’ın sözleri üzerine “bildiri” yayınlayan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ne demeli?
“Ben artık Türk Silahlı Kuvvetleri’nden medet ummuyorum” demenin neresi fena, neresi kötü?

Allah kimseyi Ümit Kocakasal’ın durumuna düşürmesin...
“Türk Silahlı Kuvvetleri’nden medet ummaya devam etmeliyiz” dese “vay darbeci vay” diyecekler.
“Türk Silahlı Kuvvetleri’nden medet ummaya devam etmemeliyiz” diyor, bir şey değişmiyor, yine “vay darbeci vay” diyorlar.
Karar vermişler yani, yiyecekler kuzuyu...

BİR okurum soruyor:
1 Mayıs’ta Taksim’e gittiniz... Festival gibi miting yaptınız... Bunun için Taksim Meydanı’nı size açan hükümete teşekkür etmeniz gerekmez mi?”

Cevap veriyorum:
Tabii ki gerekir... Çok teşekkürler sayın hükümetimiz...
Ama sanırım biraz da “ille de Taksim” diye tutturan, Taksim’de
1 Mayıs kutlamak için hükümetimizin gazlı, tazyikli sulu ve coplu direnişine göğüs geren, Taksim’e çıkmalarına izin verilmediği halde zerre kadar geri adım atmayarak direnen sol sendikalara da teşekkür etmeliyiz.
Ne dersiniz sayın okurum?

(Hürriyet gazetesinden alınmıştır)