Muhafazakârlar için tüyo Tiyatro nasıl ele geçirilir?

“TİYATRODA biz yokuz” diyorlar. Ve bu nedenle tiyatrocuları suçluyorlar.

Şöyle düşünüyorlar:
- Medyayı dize getirdik.
- Ekonomiyi biz yönlendiriyoruz.
- Dünyaya nizam veriyoruz.
- Polis tamam, yargı tamam, asker tamam...
- Üniversitelere egemeniz...
- Çankaya bizde, hükümet bizde, Meclis bizde...
- Gündemi biz belirliyoruz.
- Tarihi yeniden biz yazıyoruz.
Ve fakat...
Sıra tiyatroya gelince...
İşte orada yokuz.
Ne iş?

Oysa böyle düşünmelerini gerektirecek bir birikim koyamıyorlar ortaya...
Mesela kendilerine soruluyor:
“Hangi oyun metinleriniz var da onlar sahneye konmadı?”
Sağdan sayıyorlar Necip Fazıl, soldan sayıyorlar Necip Fazıl...
İkinci bir isim?
Yok...
Çıkmıyor bir türlü...
Mesela kendilerine soruluyor:
“Var mı tiyatro oyuncularınız, var mı tiyatro yönetmenleriniz? Yaptınız mı bu alanlara herhangi bir yatırım?”
Öylece kalıyorlar.
Susuyorlar.

Güç ele geçirildiğinde bir anda elde edilecek alanlar vardır:
“Ekonomi” gibi... “Medya” gibi... “Devlet” gibi... “Tarih” gibi... “Üniversite” gibi...
Ama gölgelerin tüm gücü ele geçirilse bile...
İçine bir anda nüfuz edilemeyecek alanlar da vardır:
“Tiyatro” gibi... “Sinema” gibi... “Kültür” gibi... “Sanat” gibi...
Her türlü hegemonyayı bir anda yer ile yeksan edebilirsiniz.
Ama “kültürel hegemonya”, öyle hemencecik yıkılmaz, kendini kolayca ele vermez, işin daha da kötüsü “höt zöt” ile zapt edilmez.
Bunun için biraz çaba sarf edilmesi gerekir.
Yılların açığı birkaç öfkeli çıkış, birkaç liberal tez, birkaç parmak sallama hareketi, birkaç “yetti gari” efelenmesiyle kapatılabilir mi?

Ey tiyatroyu ele geçirmek isteyen muhafazakâr arkadaşlar!
Yıllardır hem siz bu alana yanaşmadınız, hem de birileri sizi haksız biçimde bu alanlara yanaştırmadı.
“Veri” budur.
Bu alandaki eksikliğinizi, bir anda kapatamazsınız.
Teknik olarak mümkün değildir bu...
Bir anda ihale alıp zengin olabilirsiniz, bir anda daire başkanı olarak atanabilirsiniz, bir anda medyada bir konum elde edebilirsiniz.
Ama bir anda “tiyatrocu” olamazsınız.
Bu yüzden bütün öfkenizi, bütün hırçınlığınızı, bütün nefretinizi Türkiye’de sayıları bini bile aşmayan gariban tiyatrocuların üzerine boca etmekten vazgeçin.
Bunun yerine açığı kapatmak için bir an önce harekete geçin.
Mesela ilk önce kendi kendinize sorun:
“Ben oğlumun ya da kızımın hayatını tiyatro denilen sanata adamasına var mıyım?” diye sorun.
Ama öyle hemen bir anda para kazanmak yok ha!
Ayrıca çok büyük çile de var...
Eğer cevabınız “evet” ise...
En az 20 yıl sonra tiyatrolar sizindir.

- İYİ bir muhabiri, yazı işleri müdürü yaparsın... Hem iyi bir muhabiri kaybeder, hem de kötü bir yazı işleri müdürüyle karşı karşıya kalırsın.
- İyi bir TV programcısını, program müdürü yaparsın... Hem iyi bir programcıyı kaybeder, hem de kötü bir program müdürü ile karşı karşıya kalırsın.
- İyi bir ikinci adamı birinci adam yaparsın... Hem iyi bir ikinci adamdan olursun, hem de kötü bir birinci adamla karşı karşıya kalırsın.
Neyse... Uzatmayayım.
Diyeceğim şudur:
Gürsel Tekin “iyi bir CHP İstanbul İl Başkanı” idi...
Örgütü toparlamış, dışarıya açmış, farklı bir heyecan dalgası yaratmış, yerel seçimde de üstün bir başarı sağlamıştı.
Sonunda ne oldu?
Ankara’ya götürdüler Gürsel Tekin’i...
“İkinci adam” yaptılar falan...
Böylece...
“İyi bir İstanbul örgütçüsü” gitti, “kötü bir Ankara politikacısı” geldi.

Dün “Gürsel Tekin görevinden istifa etmiş” haberini duyduğumda...
“Ne olmuş, neden olmuş” durumuyla hiç ilgilenmedim.
Sadece bunları düşündüm.

EPEYDİR yayınlanmıyordu, sonunda yayınlandı.
Genelkurmay Başkanlığı’nın “bildiri”sinden söz ediyorum.
Dün Genelkurmay bir bildiri yayınladı: Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik eleştirilere cevap veren bir bildiri...
Fakat tonu eskisi gibi değil: Bir kere parmak sallama yok, tehdit yok... Aksine yasalara bağlılık vurgusu var.
Ben bildiriyi “hürriyet.com.tr”de gördüm.
“TSK’dan sert açıklama” başlıklı haberin serencamı şöyle:
- Önce 9 manşetten biri olarak girdi bildiri siteye...
- 13 dakika öylece kaldı.
- Sonra bir süreliğine kayboldu.
- Daha sonra yan sütunda tek cümlelik bir haber olarak göründü.
- Ve en sonunda tıpkı eski askerler gibi sessizce kayboldu.

Bu serencamı takip ettikten sonra dudaklarıma kondurduğum bilmiş tebessüme bir İbrahim Tatlıses şarkısı eşlik etti:
“O eski halinden eser yok şimdi.”

AK Parti Milletvekili Yalçın Akdoğan iyi ki gazetelere yazı yazıyor, röportaj veriyor da öğreniyoruz “devlet dili”ni kullanma konusundaki üstün başarısını...
“Tutuklu milletvekilleri” konusunda şöyle demiş Akdoğan:
“Tutuklu milletvekillerinin serbest kalması için toplumda güçlü bir beklenti yok.”
Bana eski siyasetçilerin sözlerini hatırlattı bu açıklama...
Eski siyasetçiler de “en temel haklar” söz konusu olduğunda buna benzer açıklamalar yaparlardı.

“Devlet dili” şöyle bir şeydir:
Devlet, halkın oyuyla seçilmiş milletvekillerini, henüz herhangi bir ceza almamış olmamalarına rağmen “içeride” tutmaya devam eder...
“Ne oluyor” diye soranlara da “Kusura bakmayın ama bırakılmaları için toplumda güçlü bir beklenti yok” der.
Demek ki neymiş?
“Devlet dili”, bu topraklardan kaybolup gitmezmiş.
Sadece ağız değiştirirmiş.

Oysa bizim beklediğimiz “dil” şudur: “Adalet” ve “hakkaniyet” söz konusu olduğunda...
Bütün bir toplum, “O milletvekilleri zindanlarda çürüsünler, hiç bırakılmasınlar” diye tutturduğunda, hatta ayağa kalktığında bile...
Toplumun karşısına çıkıp “Olmaz öyle şey, bu insanlığa sığmaz” diyen bir “dil”...
Öyle görünüyor ki bu topraklar, böyle bir “dil”i daha çok bekleyecek.

BUGÜN vizyona giren “Ateşin Düştüğü Yer” filmini büyük bir merak ve heyecanla izledikten sonra bir karne çıkardım.
Takdim ediyorum:

İSMAİL GÜNEŞ: Bir yönetmen olarak daha önce de güzel filmler çekti ama bu çektiklerinin en güzeli... HAKAN KARAHAN: Nişantaşılı, Avrupa’larda tahsil görmüş, banka yöneticiliği yapmış bir adamdan “Elazığlı gariban bir gakkoş” çıkar mı? Çıkabileceğini bu filmde anladık. Gerçekten üstün bir performans... ŞİVE: Filmi üç kere seyreden Elazığ şivesinin bütün inceliklerine vakıf olur. Şivenin bu denli yedirilmesinde emeği geçenlere bravo! GEÇTİĞİ YERLER: Antalya – Konya arasının bu kadar güzel olduğunu bilmezdim bu filmi seyretmeden önce... ÖLDÜRMEK VE YAŞATMAK: İki aykırı duygunun ardı ardına gelmesi ve inandırıcı olması çok zordur. Bu film bunu başarmış... MÜZİK: Saki Çimen’in araya sessiz ve sakince giren piyanosu, baştan sonra yerlilik kokan filme Avrupai bir hava katmış... Bravo Saki... ENDER BALKIR: Filmin sonunda “Koyun Gelir Yata Yata” türküsünü seslendiren büyük ses... YEŞİM CEREN BOZOĞLU: Çok çocuk doğurmuş hamile bir Elazığ kadını, ancak bu kadar iyi yansıtılırdı... KAMERA: Filmin en başında kesintisiz uzun bir kamera hareketi var. Lütfen oraya dikkat... Ve lütfen yönetmenin hakkını teslim edelim. ELİFCAN: İzmirli gencecik bir kız... Bu ilk filmi... Elazığ’la, töreyle falan hayatı hiç kesişmemiş. Ama o, sanki hayatı o kıskaçta geçmiş gibi oynamış. Daha doğrusu yaşatmış...  

(Hürriyet gazetesinden alınmıştır)