Bugün, Nedim-Ahmet ve “Oda TV tutukluları” üzerinden yürüttükleri kampanyaya bakarak, “Bunlar gerçekten de basın özgürlüğünden yana” diyebiliyor muyuz?
“Bunlar” dediğim, basın meslek kuruluşları...
Cemiyetinden konseyine, sendikasından derneğine, aklınıza gelebilecek bütün kuruluşlar...
Nedim-Ahmet meselesinde cevvaldiler... Oda TV tutukluları konusunda, ha keza...
Yürüttükleri kampanyayı, hem bir tür “meslek içi dayanışma”, hem de basın özgürlüğünün teminine yönelik “meslektaş kalkışması” saymak mümkündü. Yapılması gerekeni yaptıkları için de, ancak ve sadece takdirle anılabilirlerdi.
Şimdi, “İyi de, 28 Şubat’ta neredeydi bu kuruluşlar?” şeklinde bir cümle kurulabilir.
Bu cümleyi kaç kez kurduğumu unuttum bile.
Yoktular...
Dayanışma resmi içinde görmek istediğimiz kuruluşlar, bırakın dayanışmayı, bilakis militarist müdahalenin yanında pozisyon aldılar ve meslektaşlara karşı “kıyıcı” bir tutumu benimsediler.
Sadece 28 Şubat mı?
Bütün militer dönemlerde benzeri bir pozisyon içinde görüyoruz onları ve şaşırmıyoruz. 27 Mayıs’ta, hangi gazetecilerin, ne tür görevlerle taltif edildiklerini “en yaşlı milletvekili” sıfatıyla parlamentoda geçici başkanlık yapan zata sorun, anlatsın.
Hayır, elbette “Dün yoktunuz, bugün niçin sahne alıyorsunuz?” demek istemiyorum.
Dediğim gibi, bugün sahne almaları ve Oda TV tutuklularına kol kanat germeleri, ancak ve sadece takdirle anılabilir.
Bir kötü alışkanlıkları daha var bu meslek kuruluşlarının:
Sürekli Sultan Abdülhamit’i lanetlerler.
Memleketteki sansür ve sürgün uygulamalarını sadece sultan Abdülhamit dönemiyle sınırlı tutarlar ve bir İsmet Paşa mamulatı olan “Takrir-i Sükûn”a, İstiklal Mahkemesi uygulamalarına, “Tedbirler Kanunu”na, her darbe sonrasının rutini haleni gelen “sıkıyönetim yasaklarına” dönüp bakmazlar bile...
Neden?
Bunun nedeni, bu yazının müktesebatını aşıyor... Militarist düşüncenin, hangi “sol tefekkür” (!) içinde yeşerip büyüdüğüne, hatta “yaşatıldığına” bakmak lazım. İlerleyen zamanlarda buraya da bakalım bir... Bakalım ne çıkacak!
Bu basın kuruluşlarından biri... Yani, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti...
Hiçbir darbede, hiçbir militarist kalkışmada, hiçbir muhtıra döneminde görmediğimiz; meslektaşlara yönelik sistematik baskı ve yok etme girişimleri karşısında hangi itirazcı tutumu geliştirdiğini bilmediğimiz Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, son “Genelkurmay Başkanlığı açıklamasına” ateş püskürmüş.
Umur Talu’yu, Bekir Coşkun’u, Yılmaz Özdil’i savunuyorlar.
Çok iyi ediyorlar.
Umur Talu’nun yazısına getirilen “erişim yasağı”, her düzeyde kınanmayı hak ediyor. Kınıyoruz.
Bekir Coşkun ve Yılmaz Özdil’in cürümlerine gelince...
Daha önce de yazmıştım: Askerler rencide olduklarını düşünüyorlarsa, haklarını yargıda arayabilirler. Açıklama yapmaları, (tahkir ve tezyif içerse de) bir “basın faaliyeti” karşısında “kurumsal pozisyon” almaları şık olmamıştır.
Tabii burada, askere karşı dile gelme ihtiyacı hisseden, ne dile gelmesi, bülbül kesilen Gazeteciler Cemiyeti’nin pozisyonu önem kazanıyor.
Buyuruyor ki Cemiyet, “Genelkurmay Başkanlığı ifade özgürlüğü ile bağdaşmayan ve şık olmayan bir tavır içindedir...”
İşte biz de söylüyoruz:
Şık olmamıştır.
İyi de, o zaman ne halt karıştırmaya 28 Şubat’ı ve muhtıralar sürecini desteklediniz?
Yapılanlar basın özgürlüğüyle bağdaşıyor muydu?
Şık mıydı?
Sorun yoksa bu dönemde askerin “hukuka saygılıyız” demiş olması, darbe gibi “kaka” işlere yeltenmemesi mi?
Bu mu bütün mesele?
(Star gazetesinden alınmıştır)