İstikamet Londra.
Sevgilim toplantıda orada, biz de peşinden...
Pegasus’un ucuz biletlerini değerlendiriyoruz, 23 Nisan münasebetiyle.
Uçaktan korkuyorum da, Alya’ya çaktırmamaya çalışıyorum.
Her kalkışta içim çekiliyor, bir tuhaf oluyorum, sonra düzlüğe çıkınca, normale dönüyorum, inişe ya da bir türbülansa girinceye kadar...
Ele ele tutuşuyoruz Alya’yla.
“Korkma” diyorum kendi kendime, “Bir şey olsa bile, ana-kız birden öleceğiz!”
Sanki iyi bir şeymiş gibi.
Sonra da bu düşünceden kurtulmaya çalışıyorum.
Son zamanlarda şöyle bir şey geliştirdim:
Ne zaman beni korkutan, ürküten bir şeyle karşılaşsam, gerçekleşme anı geldiğinde, “Ulan bu muymuş? Değer miymiş bu kadar korktuğuma!” diyorum.
Kafamda canlandırdığım, her zaman, gerçeğinden daha vahim, daha ürkütücü, daha yıpratıcı oluyor.
“Ölüm için de aynı şey geçerli!” diyorum, “Benim abarttığım gibi olmayacak. Kolay olacak.”
Sonra, bu zırvalıkları kafamdan kovalıyorum, “At bu saçma fikirleri aklından, at, at, at, bir şey olmayacak, bir şey olmayacak, kötü şeyleri düşünme, aklına bile getirme” diyorum.
Alya ise başka bir gezegende.
Dertleri başka.
“Neden bu uçakta televizyon yok?”
“Neden önde oturmuyoruz?”
“Limonata var mıdır?”
Biraz sonra uykuya dalıyorum.
Dürtüyor.
“Anne uyuyorsun!” diyor.
“E ne var?” diyorum.
“Ama anne ağzın açılıyor...”
Gülümsüyorum, “Ne o utandın mı benden” diyorum.
Bu sefer o utanıyor, insanın annesinden utanmasının utanç verici bir şey olduğunu düşündüğü için.
“Deli misin, herkes annesinden babasından an gelir utanır. Gayet normal. Sen utan, ben ağzım açık uyumaya devam edeceğim!” diyorum.
Kızımla, seyahat sırasında abuk sabuk şeyler konuşmayı çok seviyorum.
*
Çantaları eve bırakıp, sokaklara fırlıyoruz.
Alya büyüyor, artık çatlayan ojeler, tuhaf tişörtler, yırtık tight’lar, minicik kot şortlar peşinde...
Birlikte kitapçıya giriyoruz, o da benim gibi kitap bakmayı çok seviyor, bir sürü kitap alıp çıkıyoruz.
Birlikte İtalyan yiyoruz.
Sonra Starbucks’a giriyoruz, çünkü evde internet yok, benim önünde cappucino, onun önünde sıcak çikolata, bir süre teknolojik takılıyoruz.
Boya kalemleri alıyoruz, parkta oturup resim yapıyoruz.
Seyahat günlüğü tutuyoruz, ben yazıyorum, o boyuyor ve anıları -biletleri, fişleri- yapıştırıyor, fotoğraflar için yer bırakıyoruz, bir sürü komik fotoğraf çekiyoruz.
Ve sonraaaa, “sevgili” dahil oluyor. İkimizin sevgilisi.
Pardon üçümüzün!
Çünkü Alya’nın ablası Yaso da katılıyor bize, hep birlikte yağmurda Londra’da dolaşıyoruz. Müzikallere gidiyoruz. Zaten esas gelme sebebimiz de bu. Dünyanın en güzel müzikalleri o şehirde.
Önce Shrek, çok güzel, çok mutlu bir gece.
Ama sonraki daha da inanılmaz: Lion King.
Bir başyapıt! Mest oluyoruz, bayılıyoruz. Bin yıldır filan oynanıyor, ona rağmen hâlâ kapalı gişe.
Performanslarına, oyunculuklarına, danslara, hayal güçlerine, sahne tasarımına, ışık oyunlarına hayran olmamak mümkün değil.
Filmini sevmiştim ama oyunu bambaşka. Baba aslanın ölüm sahnesinde, biz de, babamıza sarılıp hep birlikte ağlıyoruz.
Sonra tekrar sokaklar!
Hâlâ yağmur, elimizde şemşiyeler Gene Kelly’cilik oynuyoruz. Acıkıyoruz, Jamie Oliver’ın yeni lokantısına gidiyoruz. Dev bir lokanta, inanmayacaksınız ama her gün ful, günde 800 kişi yemek yiyor. İğne atsan yere düşmüyor ve orada, artık yorgun düşen Alya uyuyakalıyor...
Dönme zamanı...Mekânı terk etmeden, duvar dibindeki çelik dolapların fotoğrafını çekiyorum ki... Zeki Usta’ya aynısını yaptırabileyim...
Sonraki gün kendimizi turist ilan ediyoruz, Londra’da yapılabilecek turistik ne varsa yapıyoruz, kırmızı çift katlı otobüslerle dolaşmak, metroyla şehri keşfetmek, dönmedolaptan Londra’yı seyretmek, Hamleys’e gidip oyuncak almak, Bibendum’da yemek yemek, Buckingham Sarayı’na gidip kraliçeye selam çakmak...
Güzel bir hafta sonuydu, 23 Nisan bitti, yüzümüzde tatlı bir gülümsemeyle döndük.
İstanbul’a bir haller oldu.
Yeşil pörtledi.
Her yerden, her köşeden renk fışkırıyor.
Çiçek fışkırıyor.
Durup...
Erguvanla konuşasım...
Begonvillerle dedikodu yapasım...
Lalelere sarılasım geliyor...
Araban fırlayıp, baharı sevip, okşayasım geliyor.
Kış uykusundan uyandık!
Hissediyoruz, bütün iliklerimizde, tenimizde.
Artık başka bir rüzgâr dolaşıyor saçlarımızın içinde.
Bir coşku, bir heyecan, bir keyif, bir mutluluk.
Her gün bakmaya alıştığım şeyler, insanlar bile bambaşka görünüyor gözüme.
Yaşasın bahar, yaşasın aşk, yaşasın hafiflik!
Ben bu lafa gıcığım:
“Elimden gelen budur!”
Yok ya!
Resmen hasta ediyor beni.
Önce kendi kızımda fark ettim.
Ödevini yapıyor, bakıyorum harfler satırdan fırlamış sağa sola uçuşuyor. Derdi başka, bir an evvel ödevden kurtulacak, bilgisayarına oyun oynamaya koşacak. Bağırmadan, sakin bir sese, “Şişiriyorsun!” diyorum.
“N’apıyorum, n’apıyorum?”
“Ödevini baştan savma yapıyorsun!”
*
Bir bakışı var, çocukluğundan beri.
Gözlerini gözlerime dikiyor.
Ben bakıyorum onun içinden.
Küstah ben.
Çakmak çakmak oluveriyor gözleri.
Yine öyle oluyor
“I’m doing my best!” diyor.
6 yıl Dubai’de yaşadı, o anda hangi dil kolayına gelirse onu konuşuyor...
“Hayır” diyorum, “Öyle değil. Elinden gelenin en iyisi buysa, olmaması gerekiyor, daha iyisini yapabilirsin! Baksana şu harflere gökyüzüne uçacaklar...”
Biliyorum okulda onlara, “Mükemmel olmanız gerekmiyor, elinizden gelenin en iyisini yapmanız yeterli” deniyor.
İtirazım yok, derdim yarış atı yetiştirmek değil.
Ama bu anlayışın üzerine yatmaya itirazım var.
Şişirdiğin, baştan savma yaptığı her şey için, “Napalım, elimden gelen bu kadar!” diyebilirsin. Oysa önce şişirmemeyi denemelisin, itina etmeyi, daha iyi yapmaya çalışmayı...
Parlayıveriyor:
“Sen zaten hep böylesin! Beni beğenmiyorsun! Yaptığım hiçbir şeyi beğenmiyorsun, her şeyi daha iyi yapmamı istiyorsun. Ben bu kadarını yapabiliyorum. Beni zorluyorsun...”
Titiz, mükemmeliyetçi, manyak anneler vardır ya, onlardan biri yapıveriyor beni. Bu manevra karşısında biraz geri çekiliyorum.
“Sen nasıl istersen” diyorum, “Ödev senin...”
“Küstün mü?” diyor.
“Hayır ama üzüldüm” diyorum.
Bu defa içi el vermiyor, silgisini alıyor, gökyüzüne doğru havalanan harfleri siliyor, onlara bir yerçekimi uygulayıp, tekrar satırların içine oturtuyor. İşte bu kadaaaar!
*
Bu tartışmadan sonra...
Londra’da aynı şeyi duymamayım mı? Yeni nesilde bu moda:
“Elimden gelen bu!”
Kings Road’da bir dükkânda, kasada, upuzun bir kuyruk oluşmuş durumda çünkü kasiyer çocuk çok yavaş.
Kuyruk bitecek gibi değil.
Sonunda dayanamıyorum, “Biraz daha hızlanamaz mısınız?” diyorum.
Bana verdiği cevap:
“I am doing my best!”
“E sizin için üzgünüm” diyorum, “Elimden gelen bu deyip bu kadar insanı perişan etmeye hakkınız yok. Biraz daha çaba gösterseniz sorun kalmayacak. Ama siz bir kaplumbağa kadar yavaşsınız. Ya daha hızlı yapmaya çalışın ya da bu işi bırakın...”
O sırada sevgilim geliyor yanıma...
“Başımıza iş açacaksın, bırak el âleme hayat dersi vermeyi!” diyor, dükkândan çıkıyoruz.
Beğendiğim seramikleri ertesi gün gidip aldım, Allah’tan başka bir kasiyer vardı.
Hâlâ, “Elimden gelen bu!” lafından nefret ediyorum.
Demet Akalın... Sonunda erdi muradına. Kutluyorum.
Onu sahici buluyorum ve seviyorum.
Tatlı, delidolu, biraz avam ama bunu bile söylemekten çekinmiyor, kim kendi için, “Evet var mı? Kıroyum!” der, o diyor.
Evlenmek için otuz takla attığı -bunu da saklamıyor- eşiyle, çok mutlu olmasını diliyorum.
Ata Demirer ve Özge Borak’a mutluluklar.
Onlar da birbirine en yakıştırdığım çiftler arasında.
Ata damatlıkları içinde şahane görünüyordu, dünyalar güzeli karısı da öyle. İkisine de mutluluklar diliyorum.
Hürriyet Gazetesinden alındı)