ÜSKÜDAR’DAN HAREKET EDEN KAYIĞIN ESRARENGİZ YOLCUSU
1517 yılının bir gecesi Üsküdar’dan hareket eden bir kayığın yolcusu kimsenin dikkatini çekmemişti. Oysa birkaç kilometre ilerde toplanan kalabalık, coşkulu bir törene hazırlanıyordu. İstanbul’un Müslüman halkı, Mısır Seferi’nden dönen Muzaffer Padişahı Yavuz Sultan Selim’i karşılamak için bekliyordu.
Mısır ve Hicaz artık Osmanlı’nın toprağıydı ve halk, padişahını bağrına basacaktı.
O saatlerde biraz öteden sessizce hareket eden kayık esrarengiz bir yolcuyu taşıyordu. Bu yolcu, Mısır’ı fetheden Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim’di.
Padişah Üsküdar’a gelmiş, gece karanlığında kimseye görünmeden bir kayığa atlayıp karşı kıyıya geçmiş ve saraya girmişti bile.
O gün, neden böyle davrandığını kimse anlamamıştı. O gece bunu bilen tek kişi padişahtı ve sırrı, bugün Topkapı Sarayı’nın ‘Has Odası’ olarak bilinen bölümünde saklıydı.
YIL 1516 HER ŞEY O TUHAF RÜYAYLA BAŞLADI
1516 yılının bir günüydü. Hangi gün olduğu, hiçbir yere kaydedilmemişti. Herhangi bir gündü ve o sabah Yavuz Sultan Selim, uykulu gözlerle kendisine bakan musahibi Hasan Can’a sormuştu: “İmdi ne düş gördün beyan eyle...”
Hasan Can çok şaşırmıştı. Her gece Yavuz Sultan Selim’le kitap okur, bilimsel konuları konuşurdu. Nedense bir gece önce, uyuyakalmış, padişahın hizmetine gidememişti.
Şaşırmıştı çünkü o gece rüya da gördüğünü hatırlamıyordu.
Ve Sultan, kendisinden gördüğü rüyayı anlatmasını istiyordu.
Padişah muzip bir ifadeyle ısrar etmiş, bu da Hasan Can’ın şaşkınlığını iyice artırmıştı.
Biraz sonra işin aslı ortaya çıkmıştı. Padişah şaka yapmıştı. Rüyayı gören bir başkasıydı. Kapı Ağası Hasan Ağa, o sabah büyük heyecanla Padişah’a gelmiş ve gördüğü rüyayı anlatmıştı.
Topkapı’nın kutsal emanetlerinin kapısını, işte bu rüya açacaktı...
YIL 1516 KAPI AĞASI KAPIYI AÇTI KARŞISINDA 4 KİŞİ VARDI
Kapı Ağası Hasan Ağa’nın gördüğü rüyayı ‘Hırka-i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler’ adlı harika kitabın yazarı Hilmi Aydın’dan dinliyoruz: “Gecenin bir vakti sarayın kapısı çalınır, kalabalık halde gelenler Arap elbiseli, Arap simalı nurani şahıslardır. Silah kuşanmışlar, ellerine silah almışlardır.
Kapının yanında da dört nurani kimse durmaktadır. Kapıyı vuran şahsın elinde ise padişahın ak sancağı bulunmaktadır.
Hasan Ağa’ya der ki; ‘Bu gördüğün Resûl’ün (s.a.s) Ashabıdır. Bizi Resûl gönderip selam etti ve buyurdu ki; Kalkub gelsün! Haremeyn hizmeti ona verildi. Bu gördüğün dört kimseden bu Ebü Sıddık; bu Ömerü’l Faruk, bu Osman-ı Zinnureyn’dir. Seninle konuşan ben ise Ali bin Ebu Talib’im. Var Selim Han’a selam söyle.” (1)
Padişah daha o sabah kararını vermiştir. Hazreti Muhammed’in (s.a.s) rüyadaki emri yerine getirilecektir.
Hazırlıklar tamamlanır ve Mısır Seferi’ne çıkılır.
YIL 1517 CUMA HUTBESİNDE DEĞİŞTİRİLEN KELİME
20 Şubat 1517 Cuma günü Kahire’de Melik Müeyyed Camii’inde Yavuz Sultan Selim adına hutbe okunur.
Mısır ve Hicaz artık Osmanlı Padişahı’nın sorumluluğundadır. Bu arada ilginç bir olay olur. Hutbeyi okuyan hoca Padişah’ın adını, ‘Harem-i Şerif’in hakimi’ şeklinde okur. Yavuz Sultan Selim bunu ‘Harem-i Şerif’in hizmetkârı’ olarak değiştirir.
Bir şey daha yapar: Hazreti Muhammed’e saygısından, Mekke ve Medine kalelerine Osmanlı sancağı çektirmez.
Topkapı Sarayı’ndaki Kutsal Emanetler’in hikâyesi işte bu seferle başlıyor. Yavuz Sultan Selim, o seferden Hazreti Muhammed’e ait giysiler ve eşyayla dönecekti.
Neydi bu eşyalar ve nasıl gelmişti?
KUTSAL EMANETLER SON ANDA MI KURTARILDI
17. yüzyıl gezgini Evliya Çelebi’ye göre; Yavuz Sultan Selim’le büyük bir savaşa hazırlanan Memlük Sultanı Gavri, hazinesini İskenderiye Kalesi’ne getirir. Amacı şudur: Yenildiği takdirde bu hazineyi limanda bekleyen 50 parça gemiye yükleyip Magrib ülkelerine kaçıracaktır. Ancak hesabı tutmaz.
Çünkü Yavuz Sultan Selim 700 parça gemiyle İskenderiye’yi kuşatmıştır. Sultan Gavri savaşta ölür. Hazine Sultan Selim’e geçer. Bu hazinenin en kıymetli parçaları Hazreti Muhammed’e ait şu parçalardır:
- Sancak-ı Şerif, Dendan-ı Saadet;
- Bir tutam Sakal-ı Şerif, Hırka-ı Saadet;
- Kırmızı alem, mildan, bir adet içi ziftli hasırdan abdest ibriği;
- Sanavber ağacından teşbih, şimşir ağacından nalın, hezaren asa; süzen-i hi’lat;
- Bir kara kılıç, kuşak, örtü, sarık, beyaz süzeni arakiye.
EMANÂT-I MÜBAREKE’Yİ MEKKE EMİRİ Mİ GÖNDERDİ
Ancak Hilmi Aydın bu bilgiyi tatmin edici bulmuyor. O, Ahmet Rasim’in ‘Osmanlı Tarihi’ kitabındaki bilgilere itibar ediyor.
Ona göre, Yavuz Sultan Selim halifeliği aldıktan sonra Mekke Emiri Seyyit Berekâtoğlu, Mekke’deki Emanât-ı Mübareke’yi, hilafet makamı İstanbul’a göndermiştir.
İlk gelen emanetler şunlardır:
- Hazreti Muhammed’in (s.a.s) Hırka-ı Şerif’i; Dendan-ı Saadet; Hazreti Muhammed’in (s.a.s) nalını, kılıcının kabzası, oku;
- Nuh Peygamber’in tenceresi;
- Sancak-ı Şerif;
- Davud Peygamber’in kılıcı;
- Kabe-i Muazzama’nın altın oluğu;
- Dört halife ve Ashab’ın kılıçları;
- Mekke’nin anahtarları;
- Yusuf Peygamber’in sarığı;
- Tevbe Kapısı’nın kanadı, Veysel Karani’nin külahı;
- Hazreti Osman’ın (r.a) okurken şehid edildiği Kur’an-ı Kerim.
TOPKAPI’NIN GENÇ UZMANI FARKLI BİR ŞEY SÖYLÜYOR
Ancak Topkapı Sarayı’nın şimdiki Kutsal Emanetler uzmanı Ağca farklı bir şey anlatıyor.
Ona göre, Yavuz Sultan Selim gitti ve bütün emanetleri alıp getirdi diye bir şey yok. Mısır Seferi sonrasında beraberinde Hırka-ı Saadet’i getiriyor. Çünkü Mısır’a vardığında Şerif Verekat, oğlu Hümeyil’le birlikte hem Hırka-ı Saadet’i, hem de sembolik olarak Mekke ve Medine’nin de Osmanlı’ya bağlandığını gösteren Kabe’nin anahtarını gönderiyor. İlk Kutsal Emanetler bunlar. Daha sonra Sakal-ı Şerif’ler ve diğerleri yavaş yavaş gelmeye başlıyor.
RUZNAMECİ HAYDAR GÖRDÜĞÜ BİR OLAYI KAYDA GEÇİRMEDİ
Emanetlerin İstanbul’a nasıl geldiğini çeşitli kişiler yazmıştı. Ama bunlar, Kutsal Emanetler Odası’nın sırrını çözmeye yetmiyordu. Bütün bunlar sonradan, yani Mısır Seferi’ne tanık olmayan kişiler tarafından yazılmıştı. Oysa Padişah’ın Mısır Seferi’nin, bir tanığı vardı: Sefere çıkarken bütün sultanlar gibi o da yanına bir ‘ruznameci’ almıştı. Ruznamecisi Haydar Çelebi, Mısır Seferi’nin neredeyse her anını kaleme almıştı. Ama ortada çok tuhaf bir durum vardı. Seferin her anını kayıda geçiren Haydar Çelebi‘nin yazdıkları arasında Kutsal Emanetler’le ilgili tek kelime yoktu. Bu kayıtlarda Sultan Selim’in, Abbasilerden halifeliği nasıl devraldığına dair bir bilgi de yer almıyordu. Herhangi bir tören anlatılmamıştı.
Oysa bilinen bir şey vardı. Yavuz Sultan Selim, o seferden bazı Kutsal Emanetler’le dönmüştü. Öyleyse, bu kadar önemli bir şey, onun resmi tarihine neden girmemişti? Her olayı kayıt altına alan Osmanlı, Hazreti Muhammed’e (s.a.s) ait bu bilgiyi ya bir yere kaydetmemiş ya da kayıtlar esrarengiz biçimde kaybolmuştu.
KİBİR HENÜZ SARAYA ADIMINI ATMAMIŞTI
Bunun cevabı, belki de padişahın bilinen o mütevazı tavrında yatıyordu. Mekke ve Medine kalelerine Osmanlı Sancağı çektirmeyen; kendini Mekke’nin şerifi değil, hizmetlisi ilan eden mütevazı Padişah, getirdiği Kutsal Emanetler’in halk tarafından halifeliğin ve bir rütbenin alameti gibi görülmesini istemiyordu.
O gece Üsküdar’da kendisini bekleyen halktan da o nedenle kaçmış, Saray’a gizlice girmişti.
Hangi Kutsal Emanetler’i beraberinde getirdiğini de belki artık hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.
Öyle bir dönemdi ve öyle bir padişahtı.
Kibir, henüz Osmanlı Sarayı’nın kapısından adımını atamamıştı.
(1) Hilmi Aydın, Hırka-i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler, Kaynak Kitaplığı, 2004
O VİTRİNİN KARŞISINDA HZ. İSA’NIN TORİNO KEFENİ’Nİ HATIRLIYORUM
2012 yılının soğuk bir mart günü, Topkapı Sarayı’nın Kutsal Emanetler Dairesi’nin kapısından içeri girerken, içimde tuhaf bir duygu vardı. Mistik bir his; arkeolojik bir dedektiflikle inancın açıklanamaz labirentlerinde kaybolma duygusu...
Üç büyük dinin arka sokaklarına dalacaktım. Mekke’den başlayıp Medine’ye; oradan Kahire’ye giden, yolda Kudüs’e uğrayan ve sonunda Topkapı Sarayı’nın Has Odası’nda biten mistik bir yolculuk bekliyordu beni.
İşte o kapının önündeyim. 496 yıl önce bir rüyanın açtığı bu kapıdan şimdi ben giriyordum. Bir salı günüydü. Topkapı Sarayı Müzesi kapalıydı. Ve ben, İslam’ın kurucusu Hazreti Muhammed’in (s.a.s) bedenine değmiş bir elbisenin önünde duruyordum.
Tuhaf; o an , yıllar önce gördüğüm Torino Kefeni’ni hatırlayacaktım. Hazreti İsa’nın ölümünden sonra üzerine örtülen ve kanlı yüzünün izlerini taşıdığı iddia edilen bu kefenin gerçek olup olmadığını belirlemek için karbon testi uygulanmış ve 2 bin değil, ancak 700 yıllık bir geçmişinin olduğu belirlenmişti. Ama sıradan gibi görünen bir kefenin üzerindeki belirli belirsiz bir suret, Hazreti İsa’nın yaşadığına delalet eden kutsal bir emanet olarak hâlâ bazı inananları etkilemeye devam ediyor.
Bense şimdi yaşadığı kesin bir peygamberden kalan somut emanetlere bakıyordum.
O emanetlerin her birinin sırrını bulmaya çalışacaktım. Hazreti Muhammed’in (s.a.s), karşımda duran ayak izlerini izleyerek, çocukluğumdan beri, beni ve yaşadığım dünyayı saran inancın hakikatini bulmaya çalışacağım.
Bu arada yolum Hıristiyan ve Yahudi dünyasına da uğrayacak.
Yazacaklarımın ne kadarı hakikattir, ne kadarı hayalimizin mahsulüdür hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama orada, bir rüyayla açılan oda, somut emanetleriyle bir hakikat olarak karşımda duruyordu.
O odaya daha sonra defalarca gittim.
En büyük uzmanlarından defalarca hikâyelerini dinledim. Başka kaynaklardan okudum.
Beş gün boyunca size, Topkapı Sarayı’nın beni en çok etkileyen bölümünün hikâyesini yazacağım.
Bu yazı dizisinin asıl kahramanı ben değilim.
Başta Topkapı Sarayı’nın eski Başkanı, uzun dönem arkadaşım, Türk tarihçiliğinin büyük ismi Prof. Dr. İlber Ortaylı var. Sarayın kapalı günlerinde bile kapılarını bana açtı.
Topkapı Sarayı Müzesi Müdür Vekili Ayşe Erdoğdu o güleryüzü, uzmanlığı ve teşvik ediciliği ile hep yanımızdaydı. Kutsal Emanetler üzerine eşsiz kitabı yazan Hilmi Aydın’a çok teşekkür ederim. Bu dizide kitabının payı çok büyük.
Bir de arkadaşım Murat Bardakçı. Ne zaman sıkışsam, en cahil sorularımı bile arkadaşça toleransıyla cevapladı.
Tabii Topkapı Müzesi Arşiv Sorumlusu Sevgi Ağca’ya da şükran borçluyum. Bıkmadan, usanmadan bana anlattı.
Bir gerçeği itiraf etmeliyim: Dini konuların uzmanı değilim. Konuya gazetecilik merakı ve maharetiyle baktım. Bu dizinin hataları bana, doğruları bana yardım eden kişilere aittir.
MISIR’DAN GETİRİLEN HER ŞEY FATİH’İN YATAK ODASINDAYDI
- Kutsal Emanetler’in bulunduğu bölüm ne zaman yaptırıldı?
- Fatih Sultan Mehmet, Topkapı Sarayı’nı yaptırırken proje içinde bu bölümü de yaptırıyor. Yapı dört plandan oluşuyor: İki katlı Fatih Köşkü ve Çinili Köşk gibi benzer mimari özelliklere sahip bir mekân. Fatih döneminde buranın taht odası olduğunu görüyoruz.
- Bu oda ne amaçla kullanılıyor?
- Fatih’in yaşam alanı. Yatak odası da burada. Kanuni de burada kalıyor. Gündüzleri taht odası işlevi gören mekânlar akşamları padişahın yatak odası formuna sokuluyor. Buranın bir özelliği daha var: Enderun dediğimiz saray okulunun en üst düzey 40 ağası padişahın hem muhasibi, hem musahip ağası, hem de belli görevlerini yapanlar olarak burada onunla beraber yaşamaya devam ediyor.
- Taht odası ne zamana kadar bu şekliyle kullanılıyor?
- Saltanat’ın sonuna kadar Osmanlı padişahları Has Oda’da Peygamber Efendimizin hırkasını ziyaret edip arkasından has odalıların biatlarını kabul ediyor, sonra dışarı çıkıp resmi törene katılıyordu. O anlamda taht odasının işlevini sonuna kadar koruduğunu da söyleyebiliriz.
EN ÖNEMLİLERİ HEP HAS ODA’DA BULUNURDU
Topkapı Sarayı Müzesi’nin ‘Kutsal Emanetler Bölümü’ sarayın iç avlusunda, haremin yan tarafında bulunuyor. Sarayda ‘Kutsal Emanet’ olarak envantere kayıtlı 605 eser var. Ancak bu eserlerin hepsi, ‘Kutsal Emanetler Bölümü’nde sergilenmiyor. Bazıları müzenin hazine, silah, kumaş ve kütüphane gibi bölümlerinde sergileniyor.
Eserler önceleri sarayın çeşitli bölümlerinde saklandı. Ama en önemlileri hep Has Oda denilen yerde bulunuyordu.
Sultan İkinci Mahmud, 1808’den sonra Has Oda olarak bilinen yeri, tamamen Kutsal Emanetler’e bıraktı. Oda da, Hazreti Muhammed’in (s.a.s) hırkası nedeniyle ‘Hırka-i Saadet Dairesi’ ve ‘Mukaddes Emanetler Dairesi’ adıyla anıldı.
Cumhuriyet devrinde Topkapı Sarayı müze haline getirilince bu odaya dokunulmadı. Ancak içindeki eserlerin önemi nedeniyle, 1962’ye dek ziyaretçilere açılmadı.
Kutsal Emanetler Bölümü geçtiğimiz yıllarda modern müzecilik anlayışıyla yeniden düzenlendi ve bugün Topkapı’nın en ilgi çeken bölümlerinin başında geliyor.
- 11 Şubat 1518 günü Hırka-i Saadet’te yıkanan bir cenazede neler oldu. Katılanlar, İkinci Abdülhamid’in gövdesini nasıl anlattı.
- Hazreti Muhammed’in tenine değen hırkalar, Topkapı Sarayı’na nasıl geldi. Peygamber, sırtından çıkardığı hırkayı kimin sırtına koydu.
- Kim o hırkayı satın alarak, iktidar mücadelesinde kullanmak istedi.
- Peygamber’in giydiği hırkaların özellikleri nelerdi? Hangi kumaştan yapılmıştı, renkleri neydi.
- 2009’da acemi bir ütücünün yol açtığı Kutsal Emanet skandalı neydi.
- Hazreti Muhammed’in hırkalarının temizliği ve bakımı nasıl yapılıyor? Hırkaların yıkanmasına ne zaman son verildi.
(Hürriyet gazetesinden alınmıştır)
YARIN: ÖLMÜŞ PADİŞAH BEDENİNİN ANATOMİK FOTOĞRAFI