Nitekim güvenliği sağlama kaygısı insanoğlunun en temel güdülerinden birisidir ve tehlikelere karşı kendini korumaya çalışmak da meşrudur. (Ölçülü ve orantılı bir eşleşme olması halinde tabii ki).
'Tehlike varsa güvenliği sağlama kaygısı da meşrudur' diyelim demesine de, tehlikenin objektif koşullar altında tanımlanamadığı durumlarda ne yapmak gerekir? Yani bir şeyin gerçek bir tehlike olup olmadığı konusunda farklı kanaatler varsa ne yapmak gerekir? Dış politikada bunun birçok örneğini bulabilirsiniz. Komşunuzun ordusunun sizi istila edebileceğine inanabilirsiniz; bir ülkede nükleer silah yapıldığını ve sizi hedefleyeceğini düşünebilirsiniz; bir terör grubuna lojistik destek verildiğini sanabilirsiniz vesaire...
Sırf bu vehmetme durumları nedeniyle nice savaşlar çıkmış, milyonlar evlerinden barklarından edilmiş, yüz binler hayatını kaybetmiştir. Geriye doğru bakıldığında tehlikenin kimi zaman gerçek, kimi zaman da son derece abartılmış nedenleri olduğunu görürsünüz. Çoğu zaman da gerçekte olmayan ama olduğu varsayılan bir tehdidin bertaraf edilmeye çalışılması tehlikenin ta kendisi haline gelmiştir.
Siyasetin tüm dünyada at oynattığı mecra, gerçek ya da farazi tehditlerden beslenir. Bazen ekonomik, bazen askeri, bazen siyasi ve bazen de çevresel tehlikeler can veren serum niteliğindedir. Tehdit ve tehlikenin olmadığı yerde siyaset yapmak da mümkün olmaz. Bu nedenle olmadıkları yerde üretilir ve itinayla istismar edilirler.
Türkiye de tarihsel olarak tehlike ve tehditten bolca nemalanan bir siyaset anlayışına sahiptir. Yasalar da ona göre düzenlenmiştir, kurumlar da. Tüm yazılı belgelerimizde iç ve dış düşmanlara atıflarda bulunulması adeta olmazsa olmaz niteliğindedir. İlkokul 1. sınıfta başlayan 'düşmanlarımıza karşı eğitimin' aracı bazen tarih, bazen milli güvenlik, bazen de edebiyat dersleri olagelmiştir. Şiirlerimiz, marşlarımız, merasim ve aktivitelerimiz ona göre ayarlanmıştır. Bu bakımdan neredeyse genlerimize işlemiş bir güvenlik sorunsalımızın varlığından bahsedilebilir.
Ülkemizde uzun dönem kabul gören yaygın inanışa göre bir 'dil yani lisan da' tehdit olabilir. Türkiye'nin varlığı ve bağımsızlığı, bölünmez bütünlüğü açısından, örneğin Kürtçe evimize yöneltilmiş bir silah kadar risklidir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir kısmının ana dillerinin Kürtçe olması, kendi dillerini koruma ve kullanma yönünde taleplerde bulunması teröristlikle eşdeğerdir. İngilizce, Fransızca öğrenmek makbul, Kürtçe öğrenmeyi talep etmek ise suçtur. Kısaca konuşuldukça suç işleten ve her nasıl oluyorsa güvenlik riski yaratan suçlu diller vardır. Bu inanışa göre devlet aygıtı, tehlikeli dillere karşı her yöntemi kullanarak mücadele etmek zorundadır.
Eh, durum bu olunca Diyarbakır'da konuşulan Kürtçe'nin, Antalya'da, Muğla'da yaşayan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için güvensizlik yaratmasını da normal karşılamak gerekir. Hatta şu da normaldir; bir insanın atalarından dedelerinden miras bin yıllık dilini konuşmaya çalışmak istemesi, diğer dili konuşan insanlar tarafından 'taviz' olarak algılanır. Konuşulan bir dili öldürmeye çalışmak normal, o dili öğrenmeye çalışmak suç olarak nitelenir.
Hayat güvenlik endeksli olarak yaşanmaya başladığında ise, arılar bal yapmaz sokar; inekler süt vermez yeşilliklerimizi tüketir; arabalar yolcu taşımaz havayı kirletir; yağmur rahmet getirmez sel yapar.
Ya da belki de ters açıdan devam etmek lazım. Kürtçe tehdit değil, kültürel zenginliğimizdir. Kürtçe'nin varlığı Türkçe'yi küçültmez, aksine derinleştirir. Kürtçe'yi yasaklamak başka bir dili öğretmez, aksine dilsizleştirir. Kürtçe'yi kucaklamak bizi bölmez, aksine Misak-ı Milli'yi bütünleştirir.
(Akşam gazetesinden alınmıştır)