Seçim günü ile senet günü çok çabuk gelir derler… Öyle de oldu nitekim… Bu Pazar günü nasip olursa sandığa gideceğiz…
Gideceğiz gitmesine de, anketçilerin “kararsız” dedikleri önemli bir seçmen grubu hala aynı noktada duruyor…
Bu arkadaşların sandığa gidip gitmeyecekleri şu anda bile belli değil!...
Şayet giderlerse ne yapacakları da belli değil!... Sormanın faydası yok; cevabını kendileri de bilmiyor çünkü…
Siyasal araştırmalar ve seçim sonucuna ilişkin kamuoyu yoklamaları maalesef kitabına göre yapılmaz oldu… Bir çoğu yönlendirme amaçlı…
Sonucun ne çıkacağı hususu ilk defa bu kadar belirsiz…
Gerek muhalefet cephesinde, gerekse iktidar cephesinde seçmen kitlesine verilen cevaplar ikna edicilikten epey uzakta…
Peki bana; “bu saatten sonra ne yapmak daha evladır?” diye sorarsanız; size Kul Ahmet’ten misal vermem lazım…
Hani şu; herkes gömlek giyerken kendisi ceket giyen… Sabahları erken kalkıp, “ya nasip, ya kısmet” diyen, Kul Ahmet’ten!...
Tabi bu şekilde konuya girdikten sonra, şarkısıyla gönüllerimizi titreten sevgili Barış Manço’yu da yad etmeden geçmeyelim…
İnsan için nasipten öte köy yok… Kısmetinizde ne varsa, Allah size hangi sonucu nasip ettiyse, onun takdirine rıza göstermekten başka ne yapmak doğrudur ki?...
Bizim Kul Ahmet, “herkes gömlek giyiyor, ben de giyeyim bari” dememiş… Kendi ihtiyaçlarına odaklanıp ceket diktirmiş ve onu giymiş!... Ayıplanacağını bile bile bunu yapmış; kimseden çekinmemiş…
“Ya nasip” diyerek giydiği bu ceket, onunla alay edenlerin ihtiyaç duyduğu bir kefen olmuş hikayenin sonunda!...
Şimdi bu Kul Ahmet’in, kefenini sarığında saklayan dervişlerden ne eksiği var?
Bizim; bin yılın hesabını bir dörtlükte özetleyebilen şairlerden ve ozanlardan alacağımız ders o kadar çok ki…
“Dedim bende gönlün var mı; dedi ki, yoh yoh…” türküleriyle hatırladığımız, Veysel’imizin son talebesi Aşık Kul Ahmet’e de sorduk mevzuyu… Bakın ne dedi:
“Bir şah olsam, hükmeylesem cihana,
Başta haksızlığı yıkar giderdim…
Okullar yapardım bütün insana,
Cehaleti kökten yakar giderdim…
Bir insan severdim, biri de Allah,
Ondan başkasına tapmazdım billah…
Ne Kudüs kalırdı ne de Beytullah,
Oraya da bir bostan eker giderdim…”
Devleti yönetenlere ve siyasetçilere kul olma merakı yüzünden asırlardır başımıza gelmeyen kalmadı!...
Çünkü, kulu olduğunuz bir varlığı eleştiremezsiniz… Hatalarını, yanlışlarını söyleyemezsiniz ve ona itiraz edemezsiniz!...
Meselenin özü şu:
Dünyadaki canlı-cansız, görünür-görünmez her bir varlık insanın kulu olarak yaratılmıştır… Ve hepsi de istisnasız bir şekilde, sadece kader ölçüsünde insanın menfaatine sunulmuştur…
Ona, “yaratılanların en şereflisi” unvanının verilmesi ve şeytan hariç tüm meleklerin Allah’ın emriyle Adem’e secde ettirilmesi de bunun güzel bir delilidir…
İnsandan da, kendisine bahşedilen bu nimetler karşısında tek bir şey istenmiş; yalnızca Allah’a kulluk etmesi beklenmiştir!...
İşin temel felsefesi bu kadar açık, bu kadar berrak olduğu halde; insanoğlu ne hikmetse kendi gerçekliğinden uzaklaşmayı tercih ediyor…
Fıtratını unutuyor ve aklıyla hareket etmekten çoğu zaman vazgeçiyor!...
Aklınızla hareket etmediğinizde, size kulluk için yaratılmış nimetlerden faydalanmanız nasıl mümkün olur?
Etin pişirilmesini, sütün mayalanmasını, madenin eritilerek eşyaya dönüştürülmesini aklın yardımı olmadan gerçekleştirebilir miydik?
Beynimizi yormadan tekerleği icat edip, o tekerlek sayesinde yeni bir çağa geçebilir miydik?
Yıl olmuş 2023…
Hala yaptığımız, savunduğumuz ve tartıştığımız şu saçmalıklara bir bakar mısınız?
- Akıl ile vahyi kıyaslıyoruz!... Ve bunları birbirinin düşmanıymış gibi görüyoruz!...
- Bize kulluk edecek şeylere kendimizi “kul” ediyoruz!...
- Malınmülkün, paranın, makam ve mevkiinin kölesi olmak için devamlı yarışıyoruz… Hatta bunun için birbirimizi yiyoruz!...
- Hırsımız, kinimiz ve kibrimiz kulluğumuzu engelliyor; bizi Yaratana ulaştıracak tüm köprüleri yıkıyor!...
“Kulluk felsefesinin” yanlış yorumu sebebiyle batı medeniyetinin altında ezilip duruyoruz…
Gözümüzü toprak bile doyurmaz olmuş!...
Ne kadarı lazımsa, o kadarını kullanmayı akıl etmiyoruz…
Bin yıl yaşasak bile bitiremeyeceğimiz birikimlerin peşindeyiz!...
İhtiyacımız olmayanın bizim olmadığını ne zaman fark edeceğiz?
Adaletsizlikle, zorbalıkla yol alıp şah olsak ne kıymeti var?
Sadece Allah’a kul olamadıktan sonra, geride kalan hiçbir şeyin hükmü yok… Değeri de yok…
- Başkası ne der veya ne düşünür diye hesap yapmadan, yalnızca Allah’a kul olmak lazım…
- İhtiyacımızın dışında kalan ne varsa, bil-cümlesini sahiplenmekten vaz geçebilmek lazım…
- Hırslarımızın esiri olmamak ve bencilce davranmamak lazım…
Paylaştıkça zenginleştiğimizi; sevdikçe de güçlendiğimizi anlamamız için daha ne kadar bekleyeceğiz?
Aşık Kul Ahmet, sana da rahmet olsun!...
Bu meyanda son bir dersi yine senden alalım:
“Sevdiğimle malımızı bölüştük; Tenim çıplak oldu, güneşte yandı;
Halı ona düştü, çul bana düştü… Kendisi de al yeşile boyandı…
Şu senin, bu benim derken anlaştık; Sıra geldi büyük mala dayandı;
Kervan ona düştü, yol bana düştü… Dağlar ona düştü, çöl bana düştü…
Beni üryan etti, saldı çöllere; Kul Ahmed’im güzel didara baktık;
Kendisi benzedi gonca güllere… Ay ile Güneşi ona bıraktık…
Karayı bitirdik, döndük sulara; Gayri yer yeryüzünden göklere çıktık;
Derya ona düştü, sel bana düştü… Allah ona düştü, “kul” bana düştü…”
Değerli dostlar;
Kul Ahmet misali, Allah’tan başkasına kulluk yapmamak önemli olan…Gerisi fasa fiso!..
Ötesi, “Ya nasip…”
14 Mayıs akşamı için de aynen bu geçerli…
Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler…