Güncel sorunlara laf yetiştirme telaşı, fikir diye sunulan parlak(!) buluşlara yenik düşmeye neden oluyor. Siyaseten inandırıcı olmak, kamuoyu yaratmak istiyorsanız ‘Salı Grup Toplantıları’nın şehvetine kapılmamak gerek. Baykal tüm bir siyasal hayatını muhalefetsiz salı vaazlarıyla geçirdi. Sonuç? Hüsran!
Erdoğan tüm bir siyasi kariyerini inandığı ideolojik değerler adına, pragmatik eylemlerle biçimlendiriyor. Belki yola çıktığı günlerdeki “mücahit”likten vazgeçti, ancak tahayyül ettiği dünya görüşünün peşinden koşuyor hala. ‘Dindar gençlik’ dedi, Necip Fazıl’ın buram buram nefret, milliyetçilik kokan söylevini okudu, eğitim düzenini kökünden değiştiriyor… hepimiz biliyoruz işte neler olduğunu.
ŞEVKET KAZAN VE HELALLİK MESELESİ
Sivas Katliamı’nın en yoğun tartışıldığı günlerdeyiz. Kimi faşistlerin meselenin üstünü örtmek için çırpındığı günlerde! Utanmasalar katliamı Aziz Nesin yaptı diyecekler. Bunu çok tartıştık, kimin ne olduğunu biliyoruz. Bu günlerde Kılıçdaroğlu kürsüye çıktı Erdoğan’ın yarattığı ve de başarıyla sürdürdüğü 28 Şubat tartışmasının yazık ki tarafı oldu. Vay efendim sen ‘helallik aldın mı almadın mı?’ diye sordu.
‘Helallik’ muhafazakar çevrelerin kavramıdır. Solcuların böyle bir ölçüsü olmaz. Devleti ve toplumu dindarlaştırmanın birinci yolu kullanılan dilden geçer. Önce buna teslim oluyorsun. Yetmiyor, başbakanın helallik almak için gideceği adresin Sivas Katliamı sanıkları avukatı olduğunu unutuyorsun. Soru şu; Erdoğan eğer helallik alsaydı daha mı iyi bir devlet adamı olacaktı? Kararları ve dünya görüşü daha mı iyi olacaktı? Bu ölçü ne ifade eder?
Esasen Erdoğan bu yanıtları alarak elini güçlendiriyor. Kendi yeğlediği dilde ve siyasal denklem içinde tartışmayı yürütüyor. Esas Şevket kazan ve ahalisi Sivas’ta yananların çocuklarından helallik istemeli. Hoş haklarını helal edeceklerini sanmam ya, neyse…
YA MEHMET AKİF YA NAZIM HİKMET
Yine benzer bir sorun kurultay konuşmasında yaşandı Kılıçdaroğlu’nun. Kürsüden önce Mehmet Akif okudu, ardından da Nazım Hikmet. Pes dedirten bir çılgınlık bu. Kişilerin de, siyasal partilerin de düşünsel bir kökü vardır. Yani Hasan Hüseyin bitti, Pir Sultan yetmedi de Mehmet Akif’e mi kaldı meydan? Eğer ideolojik bir tutarlılık olmazsa kim inanır ki söyleme?
Danışmanlar diye bir heyet olduğunu duyuyorum. İdeolojisiz, düşünsel bir taban olmadan, ucuz popülizmle bir yere varmak olası mı? Milletvekillerinin bir kısmı sağcı, milliyetçi, Nato bayrağı altında selam duran kişilerden zaten; yetmemiş şimdi de muhafazakar danışmanlar mı siyaseti belirliyor? Türkiye’nin Necip Fazıl’a direnen, Akif’in sözlerine karşı duran aydınları, yazarları, düşünürleri oldu. Bugün de buna gereksinim var.
“Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçe” romantik bir dize değildir. Bir dünya görüşüdür. Bir kavgadır. Bunu bile bile bu milliyetçi, dinci terminolojiye teslim olmak niye? Solcular bu ülkede iktidar olmadılar, doğru. Ama tüm kültür yaşamı; müzik, edebiyat, resim akla ne gelirse onların ürünüdür. Bunca zengin bir ortamdan faydalanmayıp; sağcı, estetikten uzak kimi isimlerden örnek vermek niye? Danışmanlar bilmiyorsa, bilenini bulun. Bu cehaleti hak etmiyor ülke!
(BirGün)