Kırk yıl kadar önce, böyle solunması güç yaz günlerinden birinde, Selimiye Kışlası’nın mahkeme salonuna çevrilmiş büyük koğuşlarından birinin içinde Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından yargılanıyorduk.
Uzayan duruşmanın ilerlemiş öğleden sonra saatlerinden birinde, bakışlarım, o zaman henüz lacivertliğini tam olarak yitirmemiş, canım Marmara’ya kaymıştı, gemilerin gidip gelişlerini, martıların uçuşlarını seyrediyordum.
Birden İlhan Selçuk’un hâkime söylediği şu sözleri duydum:
- Sayın yargıç bunlar benim samimi ikrarlarımdır, lütfen virgülüne bile dokunmadan zapta geçirilsin!
Kimse fark etmese de oturduğum yerden zıpladığımı hatırlıyorum.
Ne yapıyordu İlhan Selçuk?
Ziverbey Köşkü’nde işkence altında verdiği, kendini suçlayan ifadeyi kabul ediyordu.
Aradan birkaç celse geçecek, İlhan Selçuk yeniden söz isteyecek, ifadelerini okutacak ve akrostişle, işkence altında olduğunu, zincire vurulduğunu daha Ziverbey Köşkü’ndeyken, ifade ettiğini belirtecekti.
O heyet, birkaç ay sonra kararını verecekti: “Oybirliğiyle tümü hakkında beraat”...
Mahkeme salonunda anlatılan bu olaydan İlhan Selçuk belki de bir daha hiç söz etmeyecekti, eğer aklıevvelin biri, bu ifadeye, aslında içindeki akrostişi fark etmeden “mal bulmuş mağribi” gibi sarılıp da, “İşte İlhan Selçuk itiraf ediyor!” diye ortaya atılmasaydı...
***
İlhan Abi, Ziverbey Köşkü’nden çıktığında bir gün işkence karşısında direnemeyenleri hiç suçlamamak gerektiğini söylemişti; bunun dışında başından geçenleri pek anlatmaz, işkenceyle ilgili bir şey konuşmazdı.
İşkence karşısında ne yaptığını bilmiyordum, o olay vesilesiyle mahkeme salonunda öğrendim.
O direnmişti. Ama direndiğini hiç söylemeyecekti mecbur kalmasaydı.
Onun için önemli olan direnmekti, böbürlenmek, direnmeyi anlatmak değil.
Pazar günkü yazımda da belirtmeye çalıştım, direnmesi büyük iç mücadelelerin sonucu değildi gibi gelmiştir bana hep.
Çözülmemişti, direnmişti, çünkü çözülemezdi, direnmemezlik edemezdi.
Satılmamışlık, çözülmemişlik, küçülmemişlik, dönekleşmemişlik, büyük tereddütlerin, iç mücadelelerin sonunda yapılmış bir seçim olmaktan çok, onun için başka türlüsü olamayacak olan, içten gelen bir davranış biçimiydi.
Ne “Zirverbey’de ne yaptın İlhan Abi?” diye sordum ne de o anlattı. Yalnız bir gün konuşurken şunu söylediğini çok iyi anımsıyorum:
- İnsan yaşamı boyunca hep bir heykeli yontar, o kendi kişiliğidir.
Bu benzetmeyi bir iki kez daha, sakince ve asla kendini kastetme havasına girmeden yinelediğini sanıyorum.
***
O zaman anladım, Ziverbey’de ne yaptığını.
Coplar, cipler, darağacında sallanan ipler bir yanda ve öte yanda, İlhan Selçuk işkence altında bir şey olmamış gibi, heykelini yontmaya devam ediyordu, tıpkı yazı yazarken, söyleşirken, dostlarıyla sohbet ederken yaptığı gibi...
Sonra arada, İlhan Abi’nin o sözleri gelirdi aklıma ve konuşulanları duymaz olur, birden karşımda beliren kendi heykelini yontan İlhan Selçuk görüntüsüne bakardım.
Bana bir tümceyle İlhan Selçuk’u anlat deseler şunu söylerim:
- Bir ömür boyu bıkmadan usanmadan, bir aydınlanma bilgesinin, yani kendisinin heykelini yontan adam.
Ortaya çıkan heykel tıpkı yazıları gibiydi: Berrak, duru, alçakgönüllü, dürüst, kaya gibi sert, sevecen, insancıl.
İlhan Selçuk’un bu müthiş uğraşı, 21 Haziran 2010’da noktalandı.
Heykel ortada, ama heykeltıraş iki yıldır, artık yok.
Onu çok özlüyoruz.
İlhan Selçuk’un ölümünün ikinci yıldönümünde bugün Beşiktaş Belediyesi onun Mehmet Aksoy tarafından yapılan heykelini dikiyor.
Bakalım büyük bir sanatçı, başka bir büyük sanatçının, aydınlanma bilgesinin ömür boyu yonttuğu heykeli nasıl yorumlayacak?(Cumhuriyet gazetesinden alınmıştır)