Sevgili Okurlar,
Bu yazımda, sizlere bir film üzerinden çeşitli fikirlerimi ve düşüncelerimi iletmek istiyorum. Bu hafta bir İngiliz klasiği olan Jane Eyre filmini izledim. Film eleştirmenleri tarafından oldukça beğenilen ve güzel övgüler alan filmin konusunu lise yıllarımdan hatırlıyordum. 1847 yılında Charlotte Bronte isimli yazar tarafından yazılan eserin baş kahramanı bir cesur bir kadın!
Yazıldığı dönem incelenecek olursa, oldukça farklı, bireysel, kendi gücüne inanan bir kadın kahramanı konu alması ile büyük yankı uyandırmış olan romanı yansıtan filmi izlerken, filmin geçtiği dönemlere doğru yolculuğa çıkıyorum. Belki de yazılı ilk ‘feminist’ metin olması ile ilgi çeken romandaki baş karakter Jane’in adeta güzel bir kelebeğe dönüşme hikayesini izliyoruz. İzlerken gururlanıyoruz, kimi zaman üzülüyoruz ancak bu üzüntü roman sonunda adeta bir zafer sevinci ile noktalanıyor.
Jane, Tanrı inancı ile, yalnız bir çocukluk geçirdikten sonra, tüm zorluklara rağmen yaşama sevinci dolu ruhu ile, yetimhaneden sonra öğretmen olmayı başarır. Genç kızlık dönemlerinde ise, kendi değerini bilen, tutku dolu kişliği ile ortaya çıkar. Dikkat çeken özelliği ise, Tanrı’ya olan inancı ile beraber kendine de bir o kadar inanması ve güvenmesidir. Bu noktada, Jane hayatını hem kendisinin oluşturduğuna inanır hem de kendisini koruyan ilahi güce inanır. En zor günlerinde bile, kendisine güvenir ve tüm benliği ile yol alır!
O dönemin İngiltere’sinde, Viktorya döneminde, kadın olarak Jane Eyre’in kendi kararlarını kendisi alabilmesi ve baskın sınıf farkını hissetmeden, kendi ayaklarının üzerinde durabilmesi gerçekten de takdir edilmesi gereken bir özelliktir.
Sevgili okurlar, kadınlara şiddet olaylarının arttığı ve bu gibi olayların günümüzde medyada fazlasıyla yer alması ile üzerinde daha da çok düşündüğümüz ‘kendimize sahip çıkma, kendi değerimizi bilerek, kendimize olan saygımızı’ her anlamda hissetmek daha da önemli bir hale geldi!
Bu anlamda yaşanan olaylara yaklaşım olarak, sadece bir kadına yapılan şiddet olarak değil de, bir bireyin bir diğerine yapmış olduğu agresif davranışların bütünü olarak algılamak gereklidir. Bu konulardan alınacak tek ders vardır, o da kişinin kadın ya da erkek olsun, kendisine sahip çıkması, kendisine yönlendirilen şiddete hayır demeyi bilmesi, kendisini sayıp, sevmesidir. Bu dersi almadığımız sürece ise, maalesef bu tip olayların ardı arkası kesilmez!
Kendimize sahip çıkmayı nasıl başarabiliriz? Öncelikle, kendimizdeki değişim potansiyelini görerek, bunu farkına vararak! ‘7sinde ne ise, 70 inde de öyle olur’ düşüncesini arkamızda bırakarak, değişebilmenin kapılarını açmak kendi ruhumuza doğru! Değişebilmek ile ilgili düşüncemizin esnek olması gerekir elbette, bu konuda kendimizi yüreklendirmemiz ve de cesaretlendirmemiz gereklidir.
Her zaman aklımızda olması gerekli nokta, sadece kendimizi değiştirebileceğimizdir. Danışanlarımla olan çalışmalarım esnasında her zaman ön plana çıkan değerler, kendimize olan sevgi ve kendimize olan saygımızdır! Ancak biz değişir isek, çevremizdekiler de değişir! Çevremizdekileri değiştirmeye çalışmadan kendimizi değiştirip geliştirdiğimiz zaman, mucizelere tanık olmaya başlarız! İçimizdeki zenginlik ve renkleri gördüğümüz ve derinden hissettiğimiz zaman yanımızdakiler de bizdeki bu ışığı görerek buna uygun davranırlar!
Haydi hanımlar, kendimizi geliştirelim, kendimize sahip çıkalım, başarılarımızı ve olumlu özelliklerimizi fark ederek yaşayalım!
Mutlu haftalar diliyorum!