‘İyi hal demokrasisi’ ve ‘kültür partileri’

Demokrasi kültürümüz en başından ‘iyi hal’ kaydı şartıyla oluşmuş. ‘Gelişmiş’, ‘az gelişmiş’, ‘ileri’, ‘radikal’, ‘doğrudan’... her ne şekilde olursa olsun ve ne nazarla bakarsak bakalım demokrasinin en müşahhas hali siyasi partilerin varlığı, bu partilerin özgür seçimlerde iktidara talip olması ve seçmeni buna ikna etmesidir. Oysa siyaset sahnesine çıkabilmek, örneğin Cumhuriyet Halk Fırkası’nın yanında boy gösterebilmek ancak o partiye Cumhuriyetin kurucu elitlerinin istikamet vermesiyle mümkündü. Bir anlamda “ kültür partisi” olma şartıydı bu. Kendi doğal ortamında, kendi söylemiyle, kendi istikametine yürüyen değil, hangi şartlarda ne diyeceği bilinen, sınırları çizilmiş, söylemi ve istikameti tayin edilmiş, suni gübresi verilmiş bir siyasi parti olabilirdiniz.

Demokrasiye geçişimiz gerçek siyasi partilerle değil “kültür partileriyle” olduğundan ne zamanki gerçek bir siyasi parti sahne almış ve “tatlı su demokrasisinin” şartlarını ihlal etmiş, akıbeti derdest edilmek olmuştur.

Ele güne karşı “iyi hal demokrasisinin” sürdürülemeyeceği dönemlere gelindiğinde kurucu elitlerin partisi bir daha iktidar olma şansı yakalayamadı. Çünkü siyaset gerçek partilerin işiydi. Kaderin garip bir cilvesi olarak fikirleri iktidarda kendileri muhalefette uzun yıllar geçirdiler. Zaman zaman demokrasi dışı güçlerden medet umar hale geldiler.


Askeri müdahaleler, “ordu göreve” çağrıları “ayıplı hal” almaya başladı, zannettik ki artık her şekilde siyaset hüküm ferma olacak. Ama öyle olmadı, sandık demokrasisinin gereklerine icabet etmek yerine mesela Suriye krizinde arkaik bir anti emperyalist söyleme sarılıp Esad’a destek mitinglerinde boy gösteren bir CHP ile karşılaştık. Ne siyaseten doğruculukta ne vicdanen doğruculukta yeri olmayan bir “düşmanınım düşmanı dostumdur” anlayışıydı bu.


Krizi fırsata çevirmek


Özetle manzara şöyle: Suriye krizini fırsata çevirmeye çalışan PKK’nın artık bir öldürme makinesi olarak iş görmesi, ne yaparsa yapsın iktidar partisi ile arasındaki farkı kapatamayacağına hükmetmiş olan ana muhalefet partisinin Esad ve PKK’nın fırsatçılığından kendi adına fırsat devşirmeye çalışması.


Prof. Dr. Ergun Özbudun
muhalefetin siyasetsizliğini bu hafta Açık Görüş’te okuyacağınız yazısında şu sözlerle ifade ediyor: “Türkiye’nin sorunu tam da budur. Başta ana muhalefet partisi olmak üzere Türkiye’deki muhalefet partileri, görünebilir bir gelecekte seçimler yoluyla iktidar olabilecekleri ümidini taşımadıklarından, böyle sorumlu ve gerçekçi politikalar izlemeye ihtiyaç duymamaktadırlar. Bu, özellikle, günümüzde yoğun şekilde tartıştığımız Suriye ve Kürt sorunlarına ilişkin olarak kendini göstermektedir”


Kuşkusuz bu haftanın en önemli konularından bir diğeri de son sekiz aydır mütemadiyen tartıştığımız yeni eğitim sisteminin artık ders başı yapmış olması ve böylece uygulanmaya konulması. Bunun üstüne bir de özel dershaneleri tedrici olarak kaldırmayı öngören hükümet politikalarını eklediğimizde gerçekten Cumhuriyet tarihinin en köklü eğitim reformu ile karşı karşıyayız. Bu kadar kapsamlı bir değişikliğin şıpın işi olmasını elbette bekleyemeyiz. Eğitim politikaları üzerine çalışmalarıyla tanıdığımız


Murat Özoğlu
ve Bekir Gür’ün yazıları, özel dershaneciliği kaldırmanın imkanları ve sakıncalarını ve eğitim reformunun erken bir bilançocunu sunuyor.


ABD’de üretildiği ve İslam’a hakaret ettiği söylenen filmi protesto için toplanan kalabalıktan bir grubun ABD’nin Bingazi büyükelçisi ve üç korumasını öldürmesi ile birlikte söz konusu filmin yarattığı yankı daha farklı boyutlar kazandı. Nuh Yılmaz’ın yazısı hem bu filmin dolaşıma sokulma sürecine ve akabinde yaşanan bu hadisenin hangi mahfillerde pişirilmiş olabileceğine dair ufuk açıcı bir yaklaşım ortaya koyuyor. Ayrıca ABD’nin filme yönelik protestoları şiddet olaylarından ayıramayan İslamofobik bakışının, Ortadoğu hakkında her şeyi bilip fakat Ortadoğu’yu hissedememelerinin bir sonucu olduğunu ifade ediyor.


Haftaya görüşmek üzere...

(Star gazetesinden alınmıştır)