İstersen



Artık yaptığı her “sivri” çıkışın, seçmenlerinin “ne yaman başbakanımız var” demelerini sağlamaya yönelik  olduğunu biliyoruz Erdoğan’ın. Dünyayı umursamadığını da. Bu umursamama tavrı, seçmenlerince umursamazlıktan çok bir meydan okuma gibi anlaşıldığından puan da topluyor haliyle. En son ABD’li yazar Paul Auster’in, Türkiye’ye ilişkin, her aydının duyduğu endişeyi dile getirdiği,  “orada yüzlerce tutuklu gazeteci var, o nedenle protesto etmek için bu ülkeye gitmeyeceğim” sözlerine yanıt verme fırsatını da kaçırmadı Erdoğan.

Auster’ınki öyle itiraz edilecek bir çıkış da değildi. Ama başbakan, kendisinden “bağımsız” olduğuna inanmamızı sık sık hatırlattığı Türk hukukunun kararlarına yönelik bu eleştiriyi, kendisine söylenmiş gibi aldı muhtemelen. Alır almaz da, yine, kendi düşündüklerini söyleme fırsatına çevirdi.

Auster’in eleştirisini “ülkeye gelmeme” tavrıyla pekiştirmesine Erdoğan’ın verdiği yanıt her zamanki üslubuyla geldi tabii: “İster gel, ister gelme. Sanki sana çok ihtiyacımız vardı”.

Çok kişi bu yanıttan havalara uçup sevindirik olmuştur şüphesiz. Oysa başbakanın bu sözüm ona yanıtında Paul Auster’in bir gücü olduğuna fena halde inandığı gerçeği saklı. Auster bile kendisinin bu kadar gücü olduğuna inanmıyordur eminim. Bu güce(!) meydan okuyarak “one minute” tavrını sürdürmek Erdoğan’ın çok sevdiği bir oyun.
Kötü bir huyu var başbakanın. Her duruma “ihtiyaç” var ya da yok açısından bakıyor. Türkiye’ye gelmesine “ihtiyaç” duymadığı Auster’e yanıt verme “ihtiyacını” neden duyduğu da ayrı meseledir. Ama çok garip olduğu kesindir. Ayrıca, Erdoğan’ın bu “ihtiyaç” şartı arama tutumu kişiliği konusunda da bir ipucu olabilir. Yani ihtiyaç duymuş olsa başbakan, Auster’in yaptığı tüm eleştirilere rağmen yine de Türkiye’ye gelmesini bekleyecek demek ki. Faydacı bir yaklaşımdır bu.

Oysa Auster, ne mutlu ki, Türkiye’ye karşı da duyarlı olan “iyi” biri. Aldırmayabilir, örneğin, yapılan kimi davetleri kabul edip gerçekleştireceği Türkiye ziyaretini hem ticari hem de turistik bir avantaja çevirebilirdi.  Türkiye gibi, kendisine “kaşının üstünde gözün var” diyenlerden de pek haz etmeyen bir ülkede kitaplarının okunmamasını bile göze alıyor oysa. Yani Başbakan’dan ne kadar farklı bir kişiliği var. Faydacı bir mantık gütmüyor.  Olaylara, “ihtiyaç/muhtaçlık” zaviyesinden bakmıyor. Bu iyi bir karakterin ipuçlarıdır.

Çıkan fırsatı seçmenin “güçlü başbakan” özlemini iyice gidermek için kullanayım derken, karşısına aldığı kişiden altından kalkamayacağı yanıtlar alıyor Erdoğan. Bence seçmeninin çok hoşuna gittiğini sandığı imajını yerle yeksan ettiğinin farkında değil. Paul Auster, eleştirilerini sıralarken ağzından tek bir İsrail sözcüğü çıkmadığı halde Erdoğan, sanki Auster, “Türkiye’ye değil İsrail’e gideceğim” demiş gibi, “demokratik olmayan ülkelere gitmezmiş, İsrail’e gidersin ama” bile  dedi, okumuşsunuzdur. Herhalde Auster’in Museviliğini de hatırlatmak istemiştir. 

İnsan dikkatli konuşmalı, girdiği diyalogda muhatabından, kendisini mahcup edecek karşılıklar almama konusunda biraz usta olmalıdır. Auster, Erdoğan’ın bu sözlerine yanıt verirken tabii ki “ister giderim, ister gitmem” demedi. Muhatabını pek bir mahcup eden yanıttır verdiği: “İsrail’de tek bir tutuklu gazeteci yok, oraya elbette giderim”.
Erdoğan, tamam, ülkenin başbakanı ama sahibi değil. Bu yüzden, örneğin benim adıma konuşamaz, konuşmamalı da. Ben ülkedeki meslektaşlarımın hapislerde tutulmasını kahramanca eleştiren Paul Auster’in memleketime gelmesini isterim. İrademe, isteğime ipotek koyma hakkını nereden alıyor Erdoğan?

El aleme karşı başbakanımın yanında olmadığım için “milli bünye” benden, benim gibilerinden pek memnun olmaz şüphe yok ki. Başbakanın, her dediğinde keramet gören ya da “büyük meydan okumalar” var sanan seçmenleri çok sevdiğini de elbette biliyorum. Yani başbakanın sevmedikleri arasında ben de varım.

Eh, başımı şefkatle okşamasını beklediğim falan da olmadığı için başbakanın Paul Auster’i destekledim diye beni sevmemesine aldıracak değilim.

“İster sevsin, ister sevmesin”.