Hürriyet 20 yıldır oturduğumuz bu binadan ayrılıyor. Hepimiz pılımızı pırtımızı topluyoruz.
Ben de yıllardır içinde yaşadığım şahsi müzemin nadide objelerini kutulara dolduruyorum.
Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi yaptı. Benimki, işlenmiş günahların, henüz işleyemediğim en güzel günahlarımın müzesi.
Kimini birileri yollamış, kimini kendim almışım. Bugün ben de size şahsi müzemi gezdireceğim.
SALOME’NİN DANSI YAHYA’NIN KELLESİ
2007’de Toni Bentley’in ‘Salome’nin Kız Kardeşleri’ adlı olağanüstü kitabı üzerine bir yazı yazmıştım. Orada, Vaftizci Yahya’nın kellesini isteyen Salome’nin dansını anlatmıştım.
Meçhul bir okurum, bu dev tabloyu yaptırmış ve bana göndermişti. Arzulayan bir kadının iktidarını bundan güzel ne anlatabilir ki? Kadının vazgeçemediğimiz korkutucu gücünü…
Yeni binada bu tabloyu koyabileceğim büyüklükte bir odam olmayacak.
Demek ki bu tablonun başını sokabileceği bir yer bulmalıyım.
SOKAKTAKİ İSYANI ODAMA TAŞIYANLAR
Hürriyet’in görsel yönetmeni Reha Erdoğan, dünyanın birçok metropolünde isyanı duvarlara çizen Kripo’nun tablosunu bana hediye etmişti. Bu tablo bana, hayatımın sonuna kadar ‘establishement’a, yani yerleşik nizama teslim olmamam gerektiğini hatırlattığı için çok seviyorum.
Daha doğrusu bazen seviyorum, bazen de bana, “Oğlum, sen artık establishement’ın feriştahısın” dediği zaman ifrit oluyorum.
YA BEN ONU ÖRTÜYORUM YA DA O BENİ SAKLIYOR
Venedik maskesini yıllar önce Yönetim Kurulu Başkanımız Vuslat Doğan Sabancı hediye etmişti. Bana hep, cehenneme girerken gerçek yüzümü saklayabileceğim bir maske gibi göründü.
Bizler hermafrodit insanlarız. Kamusal hayatında hep saklamak zorunda olduğumuz bir yanımız vardır.
Asıl yanımız odur. Bu maske bazen benim günahkâr yüzümü teşhir eder.
Bazen de günahkâr yanımı saklar.
Bazen de ben o maskeyi örterim.
Yanar döner bir maskedir.
ÖYLE KADINLAR SEVDİM Kİ HEP DUVARLARIMDAYDILAR
New York’ta Meatpacking’deki ‘Milk’ galerisinde Marilyn Monroe fotoğraflarını seyretmiştim. Sere serpe yatan o kadında, hep hayatıma giren kadını görmüştüm.
Orada Yavuz Gökmen’i hatırlamıştım. Onunla Marilyn Monroe’yu paylaşamayan iki erkek olarak kavgalarımızı, düellolarımızı hatırlamıştım. Ben kalleşçe kazanmıştım. Çünkü o çok erken ölmüştü.
Artık o fotoğrafı kimseyle paylaşmak zorunda değilim.
|
Ama ihanet insanın ruhuna işlemişse, yapacak şey yoktur. Üzerine kuma getirip hemen yanına koydum.
Pirelli takviminden fırlamış çıplak bir Penelope Cruz. Elleriyle yüzünü saklamış.
Ama hangi erkek bu kadını o bedenden tanımaz. O beden ki hayatıma giren kadının bedenidir.
Bir de paylaşamadığım erkek: James Dean... Berlin’de sokaklarda gezerken görmüştüm bu afişi.
SAATLERİN HEP AYNI SAATİ GÖSTERDİĞİ AN
Masamın tam karşısındaki duvarın köşesinde duruyor. Salome’nin komşusu. Bir Dali heykeli. Reha Erdoğan getirip oraya koymuş. “Ben yaptım” diyor ama inanmıyorum. Yıllardır bana, o heykeli kendisinin yaptığını ispat etmeye çalışıyor.
Hâlâ maddi delil yok.
Odamın çılgın muhitinin heykeli o. Üzerindeki bütün saatler, 12’ye beş kalayı gösteriyor.
Sanmayın ki, durmuş. Hayır, durmamış sayıyor..
Scott Fitzgerald ne diyordu?
“Ruhun gerçekten karanlık içinde olduğu bir gecede, saat her zaman sabahın üçüdür.”
Hayret, Dali’nin ve benimkinde hep 12’ye beş kalayı gösteriyor.
Oysa bizim de ruhumuz karanlık bir gecede ve oradan hiç çıkmıyor.
Eh... İnsanlık hali işte…
Her durmayan saatin, sadece kendine ait bir eşref saati vardır.
Benimki sabah ezanı ve sabah kahvesi saatidir.
UZUN BACAKLI KADININ EVRAKI METRUKESİ
|
Upuzun bacakları var. Öne doğru öğle güzel eğilmiş ki, hiçbir erkeğe boyun eğmeyeceğini anlatıyor.
Nereden gelmiş, kim getirmiş…
Boş verrr, adı olmasa bile sende saklı.
Kimdir bu kadın, kime poz vermiştir?
Saçları arkadan toplandığına göre, tanıdık bir kadın olmalı. Belki Simone Signoret gibi biraz önce aynanın karşısındaydı.
Belki üst tarafında siyah dantelle bitecek bir çorabı, erkeğinin önünde hafifçe yukarı çekiyor.
Belki de hafifçe indiriyor.
Seviştikten önce mi, yoksa hemen sonra mı? İpucunu vermeyen o hünsa haliyle, yıllardır masamın üzerinde duruyor.
DOĞRAYACAK KİMSE YOKSA KENDİ VİCDANIMIZI DOĞRARIZ
1970’lerin pop kültür hafızasının karadeliği işte bu adamdır. Elinde testere, genç insanları kıtır kıtır kesen, doğrayan Teksaslı seri katil.
Böyle bir pop kültür ikonası olacak ve Kanat Atkaya bunu ıskalayacak.
Yok öyle bir şey…
Bulmuş ve getirip masamın üzerine koymuş.
Her gün benimle konuşuyor. Diyor ki;
“Arkadaş; her günahkâr gazetecinin vicdanında testereli bir adam yatar.
Doğranacak hiçbir şey kalmadığı zamanlarda, o elektrikli alet, kendi vicdanınızı hacamat eder.”
Bir gün bu ülkeye ‘Meçhul köşe yazarı abidesi’ dikilecekse, adayım banko budur.
Teşekkürler Kanat…
Vicdanımı durmadan kanattığın için.
MELEKTEN BOZMA BİR FETTAN
Evet, vardır arkadaş… Hâlâ bir kadre de olsa, naif bir yanımız kalmıştır. Mesela, şu küçücük kitsch zarafet abidesi.
Size onu anlatayım.
Biraz melek masumiyeti, biraz da şehvetin niyet mektubu;
Biraz Tinkerbell saflığı; sırtında melek kanatlarıyla, uçtu uçacak bir masumiyet;
Ondan biraz daha fazla fettanlık; hafifçe yukarı çekilip eser miktarda dekolte bırakılmış bir duruş. Tabii bir fıskiye… Bana hep Şehrazat’ın olağanüstü şarkısı ‘Su Gibi’yi hatırlatan bir fontaine.
Meraklısına not: Doğan Hızlan’ın odasından araklanmıştır.
Sizce hangimize daha çok yakışır?
Fettanlığıyla bana; masumiyetiyle Doğan Hızlan’a…
Hemen inanmadınız değil mi? Gerçek tam tersi…
Biliyorum ona da inanmadınız; çünkü aklınızda Sezen’in o harikulade şarkısı var:
“Masum değiliz hiçbirimiz…”
Hele hele Doğan Bey ve ben…
BİR GÜN BİR GEMİ KALKAR BU LİMANDAN
Her faninin limanında demirli bir gemi, bekler meçhule kalkacağı o saati. Size her saniye o ‘Memento mori’yi hatırlatır. Bir gün herkes ölümü tadacak cümlesini amentü gibi sayıklatır size.
Rotası meçhul bir ‘yelkenler fora’ sedası baki kalacak bu kubbede.
Benim hayalet gemim işte bu.
Sur mesure, ısmarlama bir gemi... Ne bir santim eksik ne bir santim fazla... Tam 50 metre olacak. Kırmızı pantolonlar giyeceğim. Elimde bir kadeh şarap olacak.
Fonda ‘Nulla in Mundo Pax’ çalacak. Dedim ya, rota gailem yok. Alınyazısı beni nereye götürürse orası.
‘Her gece barda, gönlüm hovarda’ bir güzergaha yelken basacağız.
Kimle mi? Tek kişilik tarikatımla. Yani bir ben; bir şeyhimin müridi; bir de müridimin şeyhi.. Etti size kaç kişi? Kimine göre çok tenha, kimine göre çok kalabalık bir kafile dökülmüş hac yoluna…
Oysa başım belada.
Yeni odam küçük; tekneyse büyük.
Gemi bir gün bir limandan kalkıncaya kadar, ona yeni bir demirleme limanı bulmam lazım.
Meraklısına not: Tekneyi Mudo hediye etmişti…
BU ÜÇ ERKEK BİR KAREYE SIĞAR MI
Paris’te, uykularımın ve huzurlarımın kaçtığı yalnız bir gecede Rue de la Huchette’te, turistik bir dükkânda görmüştüm bu posteri.
Üç olağanüstü erkek yanyana oturuyordu.
Dünyada bir kadına söylenebilecek en büyük yalvarmayı anlatan Jacques Brel. ‘Ne Me Quitte Pas’yı söyleyen adam.
En büyük korkumun, terk edilme, kaybetme kabusumun tercümanı,
avukatı, her şeyi…
Leo Ferre…’C’est Extra’ şarkısından öğrendiğim ve biricik kadına, yıllardır durmadan tekrarladığım ‘olağanüstü’ sıfatının mucidi...
Ve George Brassens… Bütün büyük şarkıcıların müzik öğretmeni.
Bu üç erkeği yan yana görür de, aralarına girmez miyim?
ÜBER GERÇEK: ONBİRİNCİ KATTAN ZOMBİRİNCİ KATA
Buradan ayrılıyoruz.
Yıllar boyunca, pazar yazıları yazdığım cumartesi yalnızlıkları artık şahsi tarihimin tozlu sayfalarına gidiyor.
‘Onbirinci katımız’ tenhalaştı.
Orası artık bir ‘Zombirinci kat…’
Hatta bir ‘yaşamayan ölüler müzesi’…
Burası yıllardır hayatımı biricik kılan bir günah vahasıydı.
Şimdi dudaklarımda harika bir aranjmanla yeni bir mekâna gidiyoruz.
‘En güzel günahlarım henüz işlemediklerimdir…’
Allahım bana en güzel günahlarımı işleme gücü ver…
Çünkü sol omzumda hâlâ boş bir defter var…
(Hürriyet gazetesinden alınmıştır)