İstanbul’un fanfinfon lokantalarından illallah
Ne lan bu! Tokyo mu olduk anasını satayım!
Gavur şarabı falan açtırdığımız da yok. Yerli yurdun malı takılmaya çalışıyoruz ama zaten aralarında pek fiyat farkı da yok. Markette 20 lira, restoranda 80 lira!
Perşembe akşamı manzarasıyla meşhur Beyoğlu’nda bir restorana götürdük yurtdışından gelen bir arkadaşımızı.
Neymiş ilk defa geliyormuş İstanbul’a, Ayasofya’yı Topkapı’yı Sultanahmet’i görerek yemek yesinmiş. Dünyanın en aptalca fikriydi çünkü tipi başlamıştı ve manzara hak getire.
Fakat sevgili lokantamız, yemeklerin üzerine cömeeeertçe eklediği manzara ücretinden gram taviz vermemişti ve üç kişilik korkunç bir yemeğe 280 lira verdik.
Emekli teyzeler gibi konuşacağım ama 280 liraya ben 20 kişiye mükellef bir davet verirdim!
Kar muhalefeti yüzünden aşçı mı gelememişti ne bu paraya yediğim en feci et ve makarnaydı. Balık ısmarlayan arkadaş şikâyetçi değildi ama onun da dişinin kovuğuna gitmedi. (Bir Yunana yapılabilecek en korkunç şey! Adam aç kaldı!)
***
Neden bu kadar kötüydü yemekler? Çünkü İstanbul lokantaları zırva zırva “dizaaayn” yemek yapma hastalığına tutuldular. Ayvalı incik diyor mönüde, e hadi bakalım diyorsun kapkara bir şey geliyor. Şef efendi yorum yapmış ve dünya üzerinde bulduğu bütün sosları üzerine boca etmiş.
Veya bazen de tam tersi oluyor “sade” yemek hastalığına tutuluyorlar, “ay işte sebzenin, etin, balığın öz tadı kaçmasın” model, dünyanın en tatsız tuzsuz yemeği geliyor karşınıza. Bu ne yav, haşlamış getirmişsin diyorsun “sizin damağınızı çok bozmuşlar haaanfendi, biraz rafine olun lütfen” türünden bir de “kırosun kıro kalacaksın” kalayı yiyorsun üstüne tatlı olarak.
Mesele sadece zırva zırva “dizaayn” yemekler de değil. İnsanın üzerine pasif agresif bir mükemmeliyetçilik baskısı kuruyorlar.
Diyelim beyaz şarap ısmarladınız. Beyaz şarabın buz kovasında durması lazım. Ancak fanfinfon restoranlar (anladığım kadarıyla) buz kovası görüntüsüne fena halde gıcık oluyor. Dolayısıyla şarabınız masanın civarında bir yerde duramıyor. Kadehlere dağıtım bittikten sonra o şişe alınıyor lokantanın bilmediğimiz bir köşesine kaldırılıyor. Garsonun çok dikkatli olacağı ve kadehlerimizdeki şarap biter bitmez şişemizi (artık her neredeyse) kapıp getireceği ve kadehlerimizi yeniden dolduracağı düşünülmüş. Sistem kartal gözlü, überçalışkan, sekiz kollu garson vehmi üzerine kurulmuş. Ama böyle bir garson modeli yok! Her seferinde çağır, doldurt, sonra gene bekle, gene çağır, gene doldurt. Yav kelle başına iki buçuk kadeh bir şey çıkıyor, zaten bu ne ıstırap! Neymiş! Şıklığa halel gelmesin, kova ortalıkta olmasın! Şişede ne kadar kaldığını görme hakkı? Tamamen gasp. Hesap edeceksin efendim! Kadeh başına 10 cl içiyorsan üç kadeh 30 cl eder, çıkart 75 cl’den 45! Geriye dört kadeh kalmış. Ne var yani bunu hesap etmekte di mi ama! Allah razı olsun beynimizi çalıştırıp bizi Alzheimer’den kurtarıyorsunuz demek lazım herhalde.
Ah bir de o garsonların “ezelden beri fanfinfon mutfakların uzmanıyım” halleri yok mu! “Zuccini ne yav?” dersin sana bir “kabak efendim” deyişleri vardır... Oğlumuz İtalyan dili edebiyatı üzerine İngiliz dili edebiyatı masteri yapmış sanki! Ama ondan başka bir şey de bilmez. Yemekte şeker veya un var mı desen hayatında ilk defa bu maddeleri duymuş gibi yapar! Yahu o afrayı tafrayı yapana kadar bir kere baksana o yemek nasıl hazırlanıyor? Diyabeti var, çölyak hastası var... Ama kimin umurunda...
Korkarım İstanbul New York gibi bir yere dönüşmek üzere. Çok havalı, çok pahalı ama çok lezzetsiz yemekler diyarı.
Millet de fanfinfon lokantalara gittikçe (evet kuyruklarda bekleniyor) şöyle adam gibi, mönüsü anlaşılır, kuş kondurmayan ama lezzetli yemek çıkaran, kasmayan, kastırmayan ve de kelle başına illa ki yüz liranı almayacak yerler kalmayacak pek yakında.