17. yüzyılda Avrupa’da en çok tercih edilen uyarıcı kahvedir. Başkentler başta olmak üzere şehirlerin en işlek merkezlerinde Türk içeceği olarak ün salmaya ve yavaş yavaş açılan kahvehanelerde satılmaya başlandı. Açılan bu dükkanlar sosyal hayatı ve haberleşmeyi farklı bir boyuta doğru taşımaya başladı.
Peki bu adına kahve denilen yeni içecek nasıl bir şeydi? Nerden geliyordu? Daha da önemlisi bu kadar kısa zamanda popülerliği nasıl artmıştı?
Kahve içme alışkanlığının Avrupa’ya Osmanlı Devleti döneminde yayıldığını biliyoruz. Batı Avrupa’da biraz farklı olsa da İngiliz tüccar sınıfı 16. yüzyıldan beri Osmanlı topraklarında faaliyet halindedir ve tanımlamakta zorlandıkları bu içeceği ve içme şeklini entellektüel aktivitelerin de cereyan ettiği İstanbul kahvehanelerinde deneyip adalarına taşıdılar.
George Sanys isimli bir gezgin 1610 yılında defterine İstanbul kahvehaneleri ile ilgili şu notu düşer; “…tüm gün oturup ufak porselen kaplarda bu Caffa dedikleri siyah renkli, koyu acı şeyi ağızları yanarak içerler.”
1637 yılında kahve Oxford şehrine ulaşmıştır ve ülkenin ilk kahvehaneleri her şeyiyle Türk usulü kahve sunumuna başlar. Kahvehanelerin simgesi olarak da kahvenin geldiği yere işaret ederek dönemin Osmanlı sultanlarının portreleri kullanılır, her yeni açılan kahvehane ‘Türk Kafası’ adını ve simgesini kullanır. Kahvehane ve barlara ünlü şahsiyetlerin isimlerini verme geleneği İngiltere’de hala devam eden bir durumdur ki prenslerin, düklerin, markizlerin, meşhur ordu kumandanlarının isimleri bu tip yerlerde yüceltilir. Bir nevi caddelere, bulvarlara, havaalanlarına isim bırakmış şahsiyetlerinin isimlerinin verilmesi gibi bir durumdur. Bu sebeple İngiltere ve İrlanda’nın Londra, Manchester, Leeds, Dublin gibi çeşitli şehirlerinde hala bu tip bar, restoran ve otellere rastlamak hoştur!
İşte bu sebeple Oxford’a gezmeye giderseniz kahvenin bu şehir için kıymetli bir içecek olduğunu, 1654 yılından beri açık olan ve Avrupa’nın yerleşik ve en uzun süreden beri kahve denilen içeceği satan ‘Kahve Evi’ olduğunu hatırlayınız derim. İçeride acı tarafından Türk kahvesi ikram edildiğini ve işletmecisinin de bir Türk hanım olduğunu da hatırlayınız.
Bir içecek olarak kahvenin cemiyet hayatındaki önemini, etkilerini, seyahatini tecrübe etmek isterseniz Ashmolean Müzesi’nde 15 Mart 2020 tarihine kadar devam eden ‘From Istanbul to Oxford’ isimli sergiye gitmenizi şiddetle tavsiye ederim.
Bunun yanında bünyesinde antik Mısır medeniyetinden Raphael, Michelangelo, Sümer metinlerinden Pablo Picasso’nun eserlerine kadar şaşılası zenginlikte bir koleksiyona sahip olan Ashmolean Müzesi’nin diğer bölümlerini de gezin derim ki bunun için epeyce bir vakte ihtiyacınız olacaktır. Sanırım British Museum’un gölgesinde ve Oxford şehrinin diğer çekicilikleri müzeyi yeteri kadar öne çıkaramadı. Ancak Anadolu medeniyetlerine ait zengin eserleri vardır ve size sürpriz yapacaklardır demek isterim. İstanbul’dan, Trabzon’dan, Antakya’dan ve İzmir’den…Bizans Dönemi ikonları, doğu Hristiyanlığına ait diğer dinsel objeler, lambalar ve tabi Hazreti İsa’nın gerildiği çarmıha ait olduğu iddia edilen parçalar mevcuttur. Ancak en kıymetlisi ve ilgi göreni ve hatta gezeni derin üzüntülere gark eden gösterişli, ahşap, varaklı, üzüm süslü helezinik kıvrımlı altar kapı dekorasyonudur ki Trabzon Sümela Manastırı’na aittir. Hatta bu kapının açıklama kısmında yer alan Sümela Manastırı’nın Kapadokya Bölgesi’ne ait olduğuna dair bilginin düzeltilip düzeltilmediğini de kontrol ediniz.