Bir süre önce İstanbul’daydık eşimle… Yeditepeli Şehir’de… Divan şairi Hayali’nin ‘O balıklar ki denizde yaşarlar, denizi bilmezler’ dediği gibi İstanbul’da yaşayanların çoğu İstanbul’u bilmez… İstanbul’u tanımak kolay da değil… Önce okumak gerekir… Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ‘Huzur’unu, Mithat Cemal Kuntay'ın ‘Üç İstanbul’unu, Edmondo De Amicis'in ‘İstanbul'unu… Liste uzayıp gidiyor… Sonra Suriçi’nden başlayıp gezmek gerekir…
Sirkeci’ye uğradık eşimle… İlk durağımız Filibe Köfteci’siydi… 1893’den beri Cağaloğlu’na çıkarken solda… Hep aynı yerde… Kurucusu Bulgaristan’ın Filibe kentinden gelmiş. Şimdi ailenin beşinci kuşağı işletiyor. Basit, salaş bir yer… Gurme değilim ama sadece soğan, tuz ve kimyondan olan bol sulu köfte ve piyazı çok lezzetliydi… 1.5’ar porsiyon yedik… Zaten sadece köfte, piyaz, tatlı olarak da revani var… Çalışanlar en az 40 yıldır buradaymış…
Maksadım köftelerin lezzetini anlatmak, köftecinin reklamını yapmak değil tabii… Zaten yeteri kadar ünlü… Amacım çoğu kişinin bilmediği bir konuyu anlatmak… Bu çok az bilinir… Gurmelerin yazılarında görmedim… Halbuki bu köfteci dükkanı bir döneme tanıklık etmiş… 1889’da kurulup 1908-1918 arasında devlet yönetimine egemen olan İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerinin buluşma yeridir burası…
Enver ile birlikte İttihat ve Terakki’nin Manastır ve İstanbul Teşkilatları’nı kuran Kazım Karabekir Paşa anılarında anlatır. 2. Baskısı 2011’de Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan anıların 317. sayfasında özetle şöyle anlatıyor. ‘Akşamüstü köfteci Ali Efendi’nin lokantasına gittim. Az sonra Talat ve Erkan-ı Harp Binbaşı Hafız Hakkı beyler geldiler. Hakkı Bey sordu: ‘Kazım… Bil bakalım biz nereden geliyoruz?... Ve arkasından şu sözleri de yetiştirdi. Beyhude düşünme bulamazsın. Hiç kimsenin aklına gelmeyeceği yerden ! (Kulağıma eğilerek yavaş sesle) Saraydan! Sultan Hamid’le mülakattan! dedi. …. Akşamları Sirkeci’deki Ali Efendi’nin lokantasında buluşmak üzere ayrıldık. ‘…. İnanılmaz gibi değil mi… Ama gerçek… Karabekir Paşa anlatıyor uzun uzun…
Tarihiyle, boğazıyla, şarkılarıyla, şiirleriyle, romanlarıyla, filmleriyle bugün dünyanın en önemli metropollerinden biridir İstanbul… Bir İstanbul var ama herkesin gözünde hep farklı bir İstanbul…
Sirkeci’de gardan başlayan turumuz, köfteci, Tan Matbaası’nın daimi sergisi, Türk basınının az bilinen patronlarından ama cimriliği ile ünlü Halil Lütfü Dördüncü Hanı, Türk Ulusal Mimari Akımı’nın örneklerinden Büyük Postane, yanında Hobyar Mescidi, Art Nouveau tarzının en iyi örneklerinden Vlora Han, Deutsche Orient Bank’ın bulunduğu Germania Han, Hayyam Pasajı gibi mekanları gezerek devam etti. Her birinin hikayesi ayrı…
Bu arada Meserret Kıraathanesi ve Oteli’nin olduğu binanın önünde durup baktık… Filibe Köftecisi’nin biraz ilerisinde… İttihatçı subayların uğrak mekanı olan Meserret 1896’da kurulmuş… 1913’teki Bab-ı Ali Baskını’nını planlandığı ve baskını yapacak İttihat ve Terakki ekibinin de toplandığı yer… Şimdi yok ama bir zamanlar kıraathane aynı zamanda edebiyatın da kalbinin attığı yermiş… Salah Birsel ‘Kahveler Kitabı’nda ‘Burada hiç değilse bir kez oturmamış edebiyatçı da gösterilemez’ diye bahseder. Kıraathane’nin üst katı otel olarak kullanılmış. Atatürk, 1912’de birinci katta köşedeki odada kalmış… Simge olarak buraya bir süre Türk Bayrağı asılmış… Bu ve diğer mekanları bir başka yazıda anlatırım… Eşimle bir güne sığdırabildiğimiz…