İlk kurşunu kim sıktı?



1970'li yıllarda sokak hareketlerinin içinde bulunmuş tarihçi Halil Berktay'ın dediğine göre 35 yıl önce Taksim'i kana boyayan olay sol fraksiyonların birbirini öldürmesiyle başladı. Şu ana kadar söylenen, "Sular İdaresi tarafından polisler ateş açtı." tezini yerle bir ediyordu bu itiraf. Ezber bozucu bu iddia, aslında öteden beri fısıltılar halinde söylenen bir iddiaya dayanıyor. O iddiaya göre 1 Mayıs 1977'de sol fraksiyonlar arasında (özellikle Maocu gruplar ve Dev Gençlilerin aktif rolü biliniyor) bir gövde gösterisi yaşanmış, bazı örgütlerin diğerlerini miting alanına almak istememesi sonucu silahlar konuşmuştu.

Taraf Gazetesi'nden Yıldıray Oğur, iyi bir gazetecilik örneği sunarak, 'Sular İdaresi'nden polis ateş etti' iddiasına kaynaklık eden görüntü sahibini bulup görüşmüş. İshak Işıtan "Ateş etmiyorlardı..." demiş Oğur'a. Radikal'den Ezgi Başaran'a konuşan dönemin İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan ise, "Tüfekli adamları gördüm." diyor ve Sular İdaresi'nden ateş açıldığı iddialarını destekliyor. Ardından, "Fraksiyonlar arasında düşmanlık vardı." dedikten sonra o düşmanlığın söylendiği kadar vahim boyutlarda olmadığını söylüyor. Buna rağmen şu cümleleri düşündürücü: "Meydanı almaya çalışan iki grup arasında silahlar atıldı."

Pek çok kişi 'Kanlı 1 Mayıs' tartışmasına dâhil oldu. Bunlardan bir kısmı fraksiyon suçlamasından fevkalade rahatsız. Bir kısmı ise yıllardır içten içe konuşulan bu konunun böyle açıktan tartışılmasından mutluluk duyuyor. Asıl üzerinde derinden derine düşüneceğimiz konu, "İlk kurşunu polis mi sıktı yoksa örgütler kendi yoldaşlarını infaz mı etti?" sorusunda düğümleniyor. Türkiye'de provokasyona açık ve derin yapılar tarafından rahatlıkla güdümlenebilen silahlı örgütler dün de vardı, bugün de var. Ve maalesef böyle devam ederse yarın da olacak.

Öteden beri silahlı mücadeleye sıcak bakan örgütler bir yandan kendilerinden olmayan herkesi 'hain', 'işbirlikçi' ilan ediyor; diğer yandan da müesses nizamın karanlık bir bölümüyle temas kurarak operasyon yapıyor. PKK ve KCK soruşturmalarında da bu gerçekle karşılaştık. Derin devlet tarafından kaotik bir atmosfer oluşturmakla görevlendirilen bazı kadrolar kılıktan kılığa girerek toplumsal çatışmalara zemin hazırlıyor. Tetikçi olarak kullanılan genç kadrolar çoğu kez bu durumun farkında bile olamıyor.

Ergenekon davası sırasında deşifre olan gizli ittifaklar silahlı örgütlerle derin yapılar arasındaki eylem kardeşliğini yeterince gözler önüne serdi. Kâh milliyetçiliği bahane ederek, kâh ulusalcılığı kullanarak yürütülen çalışmaların özünde her ne kadar, bir çeşit sınıf mücadelesi ve çıkar kavgası olsa da tetikçi durumundaki eylemcilerin büyük fotoğraftan haberdar olduğunu söyleyemeyiz. Nüfusumuz genç, insanımız heyecanlı, toplumumuz gergin. "Vatan elden gidiyor!" sözünün de gençler arasında bir çağrışımı var; "Emperyalist güçler ülkemizi ele geçiriyor!" propagandasının da bir karşılığı bulunmakta.

'Kanlı 1 Mayıs'ın üzerinden 35 sene geçmiş; sol örgütlerin bir kısmı hâlâ aynı noktada seksek oynuyor. Kırıp dökmeler, rastgele saldırmalar, molotof kokteylleri... Dünya değişti, dünyadaki sol da değişti; bizimkilerin bir kısmında tık yok. Ne söylem değişiyor ne eylem. Her an kullanılmaya açık halde görev bekliyorlar adeta. Sağın bir kısmında yer alan bazı genç kadrolar da aynı gaflete maruz kalmaya çok müsait maalesef. Bu ülkede kontrgerilla için çalışmaya hazır o kadar çok adam var ki. Ulusalcılık, laiklik, milliyetçilik, hatta barış dini olan İslam'ın yanlış tefsiri, maceraperest bir sürü insanı kullanılmaya açık hale getiriyor. Asıl korkunç olan da budur maalesef...

Taraftarın arkasına saklanıp kara propaganda yapmak

Türkiye'de bir kısım örgütler spora ideoloji bulaştırmak için var gücüyle çalışıyor. Bunun en bariz örneği Türk Telekom Arena Stadı'nın açılışında Başbakan'a yapılan haksız protestoydu. Maalesef kara propaganda sınır tanımıyor. Hiçbir makul gerekçesi olmadığı halde söylene söylene tutturulmaya çalışılan yalanlar var mesela. Gerçek dışı bir iddia o kadar fazla dile getiriliyor ki aklı başında adamları bile ikna edecek hale gelebiliyor. Bu türlü iddialara sussanız bir türlü, cevap vermeye kalkışsanız bir türlü... Mesela şike davası başladığından beri bir kulübü etkilemeye çalışan dar bir zümre, Başbakan Erdoğan'ı ve "cemaat"i suçladı. Son dönemde ibreyi "cemaat"e kaydıran bu marjinal grup, Fenerbahçe taraftarını etki altında bırakma gayretiyle "Cemaat Fener'i ele geçirmeye çalışıyor" propagandasına başvuruyor. Hakiki Fenerbahçe taraftarının (ve futboldan anlayan herkesin) gülüp geçeceği bir iddia bu. Çünkü futbol kulüpleri her kesimden insanı kaynaştıran özgün bir yapıya sahip. 'Cemaat'i bilenler için ise tamamen absürt ve irrasyonel bir tez bu. Neden mi?

'Cemaat' bir spor kulübünü niye ele geçirmek istesin? Diyelim ki ele geçirdi; kulübü ne yapsın? Ne işine yarayacak? O kulübe gönül veren değişik inanç ve ideolojideki insanlarla nasıl yüz yüze bakacak? Diğer kulüplerdeki dost ve taraftarları bu işe bozulmayacak mı? Bir kulübe meyledince diğer kulübün sevdalıları 'cemaat'e küsmeyecek mi?' "Cemaat ele geçirmek istiyor" tezine yöneltilecek benzeri onlarca soru, bu tür bir iddianın ne kadar akıl dışı olduğunu ispat edecektir. Çünkü hiçbir gerçekliği olmayan; üstelik 'cemaat'in herkesle diyalog arayan temel yaklaşımına uymayan ve dünya görüşü ile asla bağdaşmayan bir iddia bu. Bir futbol kulübümüz üzerinden, "cemaat paranoyası" oluşturmak isteyenlerin amacı farklı. Gerçek taraftar, bu ucuz provokasyonlara boyun eğmez, abesle iştigal etmez...

'Cemaat' dediğiniz kitle içinde Fener-bahçe'ye gönül veren yüz binlerce, belki de milyonlarca insan var. Aynı şekilde Galatasaray'a, Beşiktaş'a, Trabzonspor'a, Bursaspor'a gönül verenler olduğu gibi... Türkiye'de hiçbir takım yoktur ki 'cemaat' dediğiniz o büyük kitleden insan bulunmasın. Türkiye neyse camia da odur; toplumun tabii bir parçasıdır. Herhangi bir kulübün anahtarlarını getirip teslim etseniz sırtını dönüp gidecek, "Siz buna daha layıksınız. Futbol kulüpleri bu çoğulcu yapılarıyla dostluk ve kaynaşma yeridir" diyecek insanları suçlamak, insaf ve izanla açıklanamaz. Dolduruşa gelenler ya camiayı tanımıyor ya da karanlık ideolojisiyle psikolojik harp taktiklerine başvuran birilerinin yönetmeye kalkıştığı öfke kontrolünün tutsağı haline geliyor. Bir kara propagandaya teslim olup insanları sosyal kaynaşmanın bir parçası olan futboldan soğutmanın hiçbir anlamı yok.

PANORAMA

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), hafta içinde tarihi bir karara imza attı. Balyoz davasının bir numaralı sanığı, emekli Orgeneral Çetin Doğan'ın başvurusunu değerlendirdi ve ara karar verdi. Karar açık bir şekilde Balyoz davasının hukukî gerekçelerini teyit ediyor, uluslararası hukuktaki meşruiyetini perçinliyor. AİHM benzer bir kararı Ergenekon sanığı Tuncay Özkan'ın başvurusu üzerine de almıştı. Ne var ki bu tarihi karar, bir kısım medyada yeterince yer almadı. Bu arada başta İstanbul Barosu olmak üzere "Tutukluluk süresi cezalandırmaya dönüşüyor." diyenler, Balyoz davasının son merhaleye geldiğini görünce hukukî süreci tıkamak için elinden geleni yapıyor, mahkemeyi çalışamaz hale getiriyor. AİHM kararından sonra artık herkes 'adil yargılama'nın işlemesine yardımcı olmalı.

Hiçbir konuyu sağlıklı bir ortamda tartışamıyoruz. Anında meydana gelen kamplaşmalar ülkeyi (en azından medya ve siyaseti) ikiye bölüyor. Tiyatro-devlet ilişkisi üzerine kopan fırtına da öyle. Her iki tarafın söylediklerinde doğrular var; ancak kutuplaşma bu kadar keskin olunca orta yol bulmak zorlaşıyor. Tiyatro dünyasının toplum değerlerine tepeden bakışı ve eserlere ideolojik yaklaşımı ortadayken kendine objektifmiş gibi değer biçmesi, hem vatandaşın vergileriyle ayakta durup hem de vatandaşı ayaklar altına alması kabul edilebilir değil. Buna rağmen sanatın bir desteğe ihtiyaç duyduğu da aşikâr. Bu desteğe makul bir çerçeve bulmak, dünyadaki örneklerden hareketle yeni bir yapı oluşturmak siyasetin görevi. Ancak her şeyden önce, semboller üzerinden kavga etmek yerine meselenin evrensel gerçekliğine yönelmek gerekiyor...

Eski AK Parti milletvekili Ersönmez Yarbay, 27 Nisan e-muhtıra döneminde cumhurbaşkanlığına adaylığını koymuştu. Yarbay, bazı askerlerin kendisine, "Adaylıktan çekilme, Gül cumhurbaşkanı olamayacak. Her türlü tedbir alındı. Ölüme kadar gider." dediklerini aktardı. 367 oylamasında partisinin kararına uymayarak demokratik bir cesaret gösteren Ümmet Kandoğan da, ANAP ve DYP vekillerinin tehdit edildiğini söylemişti. Her ne kadar liderleri şiddetle reddetse de, partilere baskı yapıldığına dair Ergenekon davasında yer alan bazı belgeler ve o günü yaşayanların tanıklığı bulunmakta. E-Muhtıra ile başlayan ve 367 tartışmasına kadar giden gerginliğin mutlaka aydınlanması gerekiyor. Yarbay'ın şahitliği, bu bakımdan çok büyük önem arz ediyor.

(Zaman gazetesinden alınmıştır)