Hukuk, hayat, tecavüz
Ankara Hukuk Fakültesi'nin kasvetini yaşamış biri olarak Franz Kafka'yı az yâd etmedim. Ancak onun kaleminden tasvir edilebilecek boğucu bir atmosfer. Alman mimarisinin künt, koyu görüntüsü Ankara'nın 'kuvva' ruhuyla birleştiğinden midir bilmem hevesle dolu onca öğrencinin ruhunda vakitsiz bir yorgunluk belirmişti.
Daha kayıt sırasında 'neden buradayım' dedirten o hayatsızlığa maruz kalanlar, söylediğimi anlayacaktır. Kapısından adımınızı attığınız an sizi hayattan soğutan o atmosferi bazı hocaların sıcaklığı bile ısıtamamıştı. Belki de o sebeple avukatlık stajını tamamladığım gün, bir daha dönmemek üzere veda ettim.
Hukukun hayatı ne kadar anlattığı, ne kadar hayatın içinde olduğu sanıldığından daha önemli bir soru. Çünkü Türkiye'de yaşanan sorunların kaynağında hukuk alanının bu 'gerçeklikten kopukluğu' yatıyor.
Derslerde, pencereden dışarıdaki sarmaşıklara dalıp giden bir talebe olduğum için midir bilmem şunu acı bir tecrübe olarak hep gözlemledim; tanıdığım, hukuk mesleğini devam ettiren pek çok arkadaşım aynı kopukluğun kurbanı oldu. Dosyaların içerdiği ile dışarıda olan arasında bağ kurmakta zorlanan bu kişiler, ilerleyen yıllarda o bağı tamamen kaybettiler. Birtakım kanun maddeleri ve emsal kararlara dayanarak otomatiğe bağlanmış bir robot gibi karar almak Türkiye'de hâlâ makbul sayılıyor.
Böyle olunca yargılama süreci muhakeme beceri ve potansiyelinin soğurulduğu bir kara deliğe dönüşüyor. Başını dava dosyasından ara sıra kaldırıp sokağa, hayatın akışına bakması gerekenler, birey-toplum ilişkisini unutarak, donmuş bir yargı anlayışını benimsemek zorunda kalıyorlar. Hayat ile hukuk arasındaki dengeyi sağlamaya çalışan hukukçuların camiadan nasıl dışlandıkları ise yaşananın ne kadar ciddi bir trajedi olduğunu kanıtlıyor aslında.
Yargıtay'ın 'N.Ç. kararı' dolayısıyla gündeme gelen tartışma da bunun uzağında değil. Bu utanç verici kararın sahipleri, kendilerini savunmak için bilinen hukuka sığınmışlar! Sözüm ona dava süreci hâlâ kapanmamış. Hâlbuki sığınılacak yer en azından onlar açısından artık bildiğimiz hukuk olmamalı. Eski yasa-yeni yasa açıklamaları yerine çocuklarının N.Ç. yaşını düşünmeleri bile daha ahlakî olurdu. Herhangi bir insanın kendi 13'üncü yaşını ya da çocuğunu düşünmesi bile bu olaydaki gayri insaniliği anlamasına yeterliyken, koca koca hukukçuların 'yasa böyle emrediyor' diyerek kendilerini savunmaya çalışmaları, sadece onların değil, Türk hukuk sisteminin de acziyetini ispatlıyor.
Ama böyledir zaten. Gerçek dünya daha hukukun kapısındayken sizi terk eder. Yaşadığınız toplumun değer dünyasından, biriktirdiği insaniyetten bu kadar kopukluk ne adınadır tahmin etmek zor değil. İnsanî değerlere hizmet yerine kendi kutsiyetini oluşturmaya çalışan, bin bir ritüel ile adli dönemi açan, açılış konuşmalarında iktidardan muhalefete, sivil toplumdan bürokrasiye hemen her sektörü tehdit eden hukukçular, mesele 13 yaşındaki çocuğu koruyamamaya, o çocuğa tecavüz eden kişileri cezalandıramamaya gelince, 'bu yasa koyucunun işi' diyebiliyor. 367 kararı ile yasa koyucuyu felç eden yine aynı hukuk anlayışı değilmiş gibi.
Ortada yargıda yaşanan yapısal bir bozukluk var. N.Ç. davasındaki skandal karar ne ilk ne de son. Bu karar, Kürt meselesinde bugüne kadar doğru düzgün konuşamadığımız bir alanı da aralıyor aslında. Küçücük çocuğa tecavüz edenler arasında devlet görevlileri ve askerler olmasaydı yerel mahkeme aynı kararı verir miydi? Velev ki yerel mahkeme aynı kararı verdi, Yargıtay'ın ilgili dairesi kararı aynen onar mıydı? Bu soruları elbette artırabiliriz ama genel tablo şu; yargı, Türkiye genelinde siyasal sistemi boğmaya çalışırken, özellikle Kürt nüfusun yaşadığı coğrafyada farklı bir üslup oluşturmuş. Bu üslup özetle; 'düşük yoğunluklu çatışma ortamında yargı, ne olursa olsun devlet görevlilerini korur' üzerine kurulu.