Hiç diploma alamadık!.. Hep karne aldık hayattan...



Benden de röportaj istemişti, ancak daha önce dediğim gibi, “kendi hayatımı röportajlarla açmak” fikri uzun zamandır bana yabancı geldiğinden, projeyi çok doğru bulmama rağmen bir türlü gönül rızasıyla, mikrofonun karşısına oturamamıştım...

Önceki gün mesaj atmış...

Kitap bitmek üzere, “Arka kapağına birkaç satır yazar mısınız” diyerek...

Bir de not düşmüş;

“Dün Mehmet Öz’le kitap için röportaj yaptım... Erkeğin mutlu yaşı 50’dir dedi”


En mutlu olduğum yaş mı 50?..

Belki, belki de değil...

Fakat bir gerçek var...

Dün ilkokul birden sınıf arkadaşım Arda Tugay’la sohbet ettiğimde söylediğim...

“Ömrümün manevi ve fiziksel olarak en güçlü hissettiğim günlerini yaşıyorum Arda’cığım” dedim...

“Anlıyorum seni” dedi...

Hiçbir dönem rahat geçmedi hayat yolculuğunda...

Ergenlik çağımızda kendimizi kabul ettirme çabaları, ne büyük ağırlıklar, üzüntüler ve stresler yaratırdı üzerimizde...


Üniversite “yaşadığımız gençlik sorunları”nı anlatan kalın kitapları okumak, “o kalın kitapları yazmak için uğraşmak”la geçti...

Bir varlık mücadelesiydi o yıllar, ya da daha doğru bir deyimle, yok olmamak için ölümüne bir direniş...

Gazeteciliği bir liman olarak benimsemem ve gazetecilik dışında hiçbir şeyi “önemsememem” o günlerden yadigar kalmıştı bana...

Aşk yaşamasını, yaşamaya yaşamaya öğrenmeye çalışmadık mı biz?..

Birlikteliğin nasıl olacağını, birlikte yaşamayı beceremediğimizde anlamadık mı biz?..

Kaç kere kafalarımızı duvarlara tosladık?..

Aşkı dört başı mamur yaşayamamanın üzüntüsü kaç kez yaşamımızı mutsuz zindanlarda mahsur bıraktı?..


“Erkeğin en mutlu yaşı 50...” demiş Mehmet Öz...

Bilmiyorum belki öyle, belki değil...

Ancak hayatın en çok farkına vardığı yaşı 50...

En azından şu ana kadar...

Sonrasını henüz bilmiyorum...

Yaşarken çok mu zorladık hayatı?..

Yoksa hayat mı talep ettikçe zorladı bizleri?..

Hiç diploma alamadık...

Hep karne aldık hayattan...

Hiç tescilleyemedik kazandıklarımızı...

Hep sınandı kazandıklarımız...

Kazandıklarımız sınanırken, kayıplarımızı telafi etmek daha da zordu...

Yaşam kayıpları telafi etmeye çalışırken, kazançları tescillemeye ve kaybetmemeye uğraşan bir girdabın içinde, bizleri sınadı durdu...



50 yaşında en mutlu yaşlarımı mı yaşıyorum bilmiyorum...

Fakat farkındayım ki, gittikçe sadeleşiyor hayatım...

İnanılmaz olaylarla bezenmiş bir temel üzerinde, her dakika, her saniye daha da sadeleşiyor, yalınlaşıyor yaşam...

İçimdeki hayat ve tecrübe zenginleştikçe, dışardaki hayatım sadeleşmekte...

Okumalar yazmalar, çocuklara tatil, okul, sevgi ve sorumluluklar, aile büyüklerine mukayyet, arkadaşlar için dost sohbetler, sinemalar, kitaplar, kültürel ihtiyaçlar, kendim için günlük spor, izlediğim futbol, basketbol, tenis, voleybol...

New York Times gazetesinde iki yıl önce okuduğum bir makale geliyor gözlerimin önüne...

- “Hayatı 14 yaşınızdaki hobileriniz ve hayallerinize göre yaşayın... Mutlu olduğunuzu göreceksiniz...” diyordu...


Garip bir şekilde, 14 yaşımdaki hobilerime, hayallerime ve dünyama döndüğümde, içimdeki bütün yabancılaşma hislerinden azad olduğumu gördüm...

14 yaşımın sadeliğini ve hayallerimdeki zenginliği, içimde yaşamaya çalışıyorum şimdi...

Aşık olmuş muydum acaba 14 yaşımda?..

Kim bilir?..


HAYATI KADINLAR YÖNETİR...

Bana 50 yaşına kadar ne öğrendin diye sorsalar, “Hayatı kadınların yönettiğini öğrendim” cevabını verirdim...

Şimdi 20’li yaşlarımdaki evlilik günlerim aklıma geliyor...

Ne uzun tartışmalar yapar, ne bitmek bilmez felsefi argümanlar sunardık birbirimize eşimle birlikte...

Kadın ve erkek üzerine...

Şimdiki aklım, tecrübem ve bilgi birikimim olsaydı ona sadece şunu söylerdim:

“Ne boş bir tartışma bu... Hayatı kadının yönettiği, erkeği de, kadının doğurmasından belli...

Yeniyi yaratmasından, erkeği büyütmesinden, onu hayata hazırlamasından belli neyin ne olduğu... Ne beyhude bir çabadır, eğitildiğin kişilerle kim egemen sorusuyla ilgili tartışmaya girme...”


Kadın mı erkek mi hayatı yönetir tartışmasının temeli şudur...

- “Annenin hazırladığı erkek mi, hayata egemendir, eşin ya da sevgilisinin yönettiği erkek mi yaşamı yönetir?..”

Soru, anne mi, eş mi sorusudur ve tahteravallinin iki tarafında da iki kadın oturur...

Erkek bu tahteravallinin taraflarından biri değildir, ortada bir o yana bir bu yana kaykılır durur...

Kadınlar bu tartışmanın sanal olduğunu bilirler...

Tartışmanın diğer yanında bir başka kadının olduğunun farkındadırlar...

Erkeği bu tartışmayla provoke ederek, “diğer kadına karşı zafer kazanma”yı düşünürler...


Erkeğin kadın üzerinde olduğu söylenen tahakkümü, “annenin öteki kadın üzerindeki tahakkümüdür...”

Erkeğin gençlik yıllarında hayat karşısında protest davranması, otoriteye karşı çıkması, ele avuca gelmemesi ise, erkeği cinsel cazibesiyle yöneten öteki kadın ve kadınların, anne üzerindeki geçici zaferleridir...

Tahteravalli, erkeğin gönül ibresi, cinsel cazibeden etkilenmesi ve dışardaki kadınlara ilgisiyle, anne öğretileri ve etkileri arasındaki bocalamasının hikayesidir...

Bu, erkek üzerinden “kadınlar arası bir iktidar mücadelesidir...”

Hatta aynı kadının anne olma haliyle, eş olma hali arasındaki savaşıdır...

Kadın anne olduğunda erkek çocuğu üzerinde, annelik öğretilerini benimseyecek, eş ve sevgili olduğunda erkeğiyle ilgili kadınsı duyguları harekete geçirecektir...


Annenin yetiştirdiği erkek çocuk, büyüdüğünde başka kadınların “bencil davranışlar sergilediğini düşünüp, fazla makbul bulmadığı” erkek halini alacaktır...

Anne ise, “içten içe aşık olduğu erkek çocuğunun”, başka kadınların zıpır isteklerinin figüranı olmasına tepki koyacak ve onun kendi gerçeklerine yani annenin sunduğu gerçeklere göre davranmasını isteyecektir...

Anneyle, hayatının kadınları arasında kalan erkek, kendini çift taraflı pohpohlama ya da protestoyla, “matah bir karar mercii” olarak görecek ve hayatı yönettiği zannına kapılacaktır...

Hayat hiçbir erkek için Muhteşem Süleyman’dan daha muhteşem değildir...

Muhteşem Süleyman’ın muhteşem hayatı, nasıl ki “Valide Sultan” olarak bilinen Hafsa Sultan’la, Hürrem Sultan arasındaki etki ve iktidar savaşının bir vesilesidir, muhteşem sıfatını bile alamamış erkek hayatları, o “muhteşem”in bir minyatürüdür...

“Muhteşem minyatürler”den oluşan toplumlara erkek egemen toplum diyoruz biz...


GÜNÜN ANLAMLI SÖZÜ

NE ZAMAN Kİ BU BEDENİ YİTİRİR...

“Ne zaman ki bu bedeni yitirir, bu ruh yapı içinde yalnızca bilinç olarak varlığımızı hissederiz, o zaman neler kaybettiğimizi anlarız...”

(Ahmed Hulusi... Dosttan Dosta kitabından)

(Vatan gazetesinden alınmıştır)