Helmut Klopfleisch'in hikayesi...
Oysa benim Berlin’de gazetecilik okuduğum 1982 yazında, ucuz sigara almak için geçtiğim Berlin duvarının diğer yakasında, Helmut Klopfleisch duvara kulağını yaslamış, Hertha stadından gelen seslerle, Hertha Berlin’in maçlarını dinliyordu...
1948 yılında Doğu Berlin’de doğdu Helmut Klopfleisch...
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Berlin ortadan geçen bir duvarla ikiye bölünmüştü...
Doğu Berlin, Doğu Almanya’nın başkentiydi ve ben Batı Berlin’de gazetecilik okurken, Helmut gibi Doğu Almanlar’ın Batı Berlin’e geçişleri yasaktı...
Helmut bir Berlin’liydi...
Tuttuğu takım da bir Berlin takımıydı...
Hertha Berlin...
Hertha Berlin Doğu Alman liginde değil, Berlin’in batısında Federal Alman Ligi Bundesliga’da oynuyordu...
Fakat Helmut için şehrinin takımının nerede oynadığının bir önemi yoktu...
O Berlin’liydi ve Hertha Berlin taraftarıydı..
Yıllarca Cumartesi günleri Berlin Duvarı’na gitti, Hertha stadının uğultularından takımının maçlarını kafasından hayal ederek izledi...
Hertha tribünlerinden tezahürat yükseldikçe, Helmut’la birkaç fanatik arkadaşı, duvarın öteki tarafından tezahürata cevap veriyordu...
Takımı için her şeyi göze alan bir taraftarın kendisiydi Helmut...
Doğu Alman rejimi, Helmut’un fanatik Herta Berlin taraftarlığını anlamadı...
“Bunun altında başka bir iş mi yatıyor” diye uzun süre sorguladı...
Helmut için hayat, Hertha Berlin’in bundan böyle maçlarını oynayacağı yeni Olimpiyat Stadı yapılınca, tam bir cehenneme dönüştü...
Duvarın yanıbaşındaki statta oynanmıyordu artık Hertha Berlin’in maçları...
Helmut artık duvarın dibinden çok sevdiği takımının maçlarını dinleyemeyecekti...
Stattan gelen tezahüratlardan, maçın nasıl devam ettiğini kestiremeyecekti...
Penceresinin önünden takımının gol atıp atmadığını bilemeyecekti...
Helmut deli gibi sevdiği takımı Hertha Berlin’i duvarın böldüğü şehrin öteki yakasından izleyemeyecekti...
Helmut ve ailesinin hayatı onun ne yaptığını anlamaya çalışan Doğu Alman gizli servisinin takibinden, şüphesinden ve baskısından bir cehennemi andırdı yıllarca...
Bir futbol takımı taraftarının karşılıksız sevgisinin, futbolla yatıp kalkmasının, onunla hayat bulup, onunla mutlu olmasının dünyadaki sembolik örneklerinden biri oldu Helmut Klopfleisch’in hayatı...
Hepimizin hayatından bir parçaydı onun hayatı...
“Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” kitabında Simon Kuper, Helmut’un tertemiz futbol sevgisini ve taraftar pskolojisini bu öyküde anlattı...
Futbolun dünyanın her yerinde endüstriyelleşmesinden ve büyük rantların ortaya çıkmasından sonra “sadece futbol olarak” kalmadığını anlatmak için...
Geçen Temmuz ayında aniden şike soruşturması bütün bir ülkeyi kapladığında, şimdi bulunduğum bir deniz kenarı otelinde kalıyordum...
Hayatının 45 yılını futbolun heyecanıyla, futbolun sevgisiyle, futbolun içinde, takım aidiyetiyle bütünleşerek geçirmiş dünyadaki “Helmut”lardan biriydim...
İnanılmaz iddialar, akla hayale gelmeyecek tapeler, birbiri ardına ortaya dökülen suçlamalar geldiğinde, Helmut gibi ben de biran için ne yapacağımı şaşırdım...
Acaba 45 yıldır hayallerimle beraber yaşadığım futboldan kopacak mıydım?..
Benim ne işim vardı bu dünyalarda?..
Öyle düşündüm ilk anlarda...
Simon Kuper’in dediği gibi “Futbol asla sadece futbol değildi...”
Ne ki Simon Kuper’in dediği gibi “Futbol asla sadece futbol olmasa” da, yine Simon Kuper’in yazdığı gibi ben hala Helmut Klopfleisch’dim...
Takımı için duvarın ötesine kulağını dayayarak tezahüratların sesinden maçları dinlemeye çalışan Helmut’tum...
Dün mahkemenin gerekçeli kararında Simon Kuper’den alıntı yapılmıştı...
“Onun dediği gibi” deniyordu, “Futbol asla sadece futbol değildir...”
Doğru...
Fakat Helmut, her zaman Helmut...
“ANNEMİZİ ALDATAN BABAMIZDAN NEFRET ETTİĞİMİZ İÇİN...”
“Bastırılmış utanç duygusu, bizim dışarıya karşı rol yapmamıza sebep olur...
Hayatımızın saklamaya çalıştığımız bölümlerindeki örtüyü, büyük bir güçle ani olarak fırlatan bir patlamaya dönüşür...
Yüzeye çıkan gömülü dürtülerimizi kontrol altına almak için gece gündüz çalışırız...
Bunu yaparken şu gerçeği görmeyiz...
Bizler kendimize olan güven duygusunu kaybetmemizin sadece bir adım gerisindeyiz...
Eğer düzenli olarak yalnızlık duygumuzu gizliyorsak, gecenin sessizliğinde hissettiğimiz boşluğu, doldurmak için içimizde doymak bilmeyen bir tatlı, alkol veya yatıştırıcı alma isteği ortaya çıkar...
Bunun gibi onlarca yıl önce maruz kaldığımız öfke nöbeti teşhis edilip yatıştırılamadıysa, o bizleri dırdırcı bir anneye veya münakaşa etmek için hiçbir fırsatı kaçırmayan bir yetişkine dönüştürür...
Annemizi aldatan babamızdan nefret ettiğimiz için, büyüdüğümüzde erkeklere karşı güvenilmez bir kadın tipi oluveririz...
Duygusal açıdan onları sömürebilir ve bunnu yapabilmek için sürekli onların ilgisini çekmeye çalışan bir kadın haline gelebiliriz...
Normal cinsel isteklerimiz bitmiş olabilir...
Bu da bizim yasa dışı pornografik filmlere veya tehlikeli cinselliğe aşırı merak duymamıza sebep olabilir...
Bütün bu örnekler gösteriyor ki ‘sırlarla’ dolu bir yaşam sürmemizin nedeni, kontrol altına alamadığımız dürtülerdir...
Bu dürtülerden kendimizi arındırabilmek için, baskılanmış olaylara sağlıklı bir açıklama bulmak zorundayız...
Böylece hayatımızı baltalayan olaylardan kendimizi korumuş oluruz...
Karanlık yönümüzü ifade etmek için güvenli çıkış yollarının içimizde olduğunu inkar ettiğimizde veya onların varlığını reddettiğimizde, karanlık yönümüz kendi kendini inşa eder...
Sadece bizim değil, etrafımızdaki insanların hayatlarını da mahvedecek bir güç kazanır...
Kişiliğimizin kabul görmez diye nitelidiğimiz parçalarını ne kadar baskılamaya çalışırsak, onlar kendilerini o kadar çok zararlı bir şekilde ifade yolunu geliştireceklerdir...
Başa çıkmak için mücadele verdiğimiz baskılanmış ve gizlenmiş dürtülerimiz patlamaya hazır saatli bomba gibidir...
Biz kendimizi olduğumuz gibi göremeyiz...
İnkar büyüsüne çok çabuk kapılırız...
Kendi kendimize ‘Yalan Söylediğini Unut’ dediğimiz aşamaya geçeriz...
Yalanı kendimizle başlatırız...”
(Debbie Ford’un Kendimiz Başkaları ve Dünya ile Barışık Olmak isimli çalışmasından...)
(Vatan gazetesinden alınmıştır)