Güzel ve yetkin kalemi ile öykülere ,denemelere,köşeyazılarına,çok özgün araştırma ve röportajlara da imza atıyor.Kalıcı kitapları ile önemli boşlukları dolduruyor ,kültür hayatımıza ışık saçmaya devam ediyor…Yeni kitabı Allah isterse ilkbaharda bizlerle buluşacak…Ben şahsen heyecanla bekliyorum…Hadi gelin şimdi Filiz Besim’in o sihirli uslubuyla bezediği satırları ile nostaljik bir yolculuğa çıkalım ve Hasan Efendi ve Terazi’sinin öyküsünü okuyalım,Bakın nasıl anlatmış bu öyküyü sevgili Besim;
Bazen aidiyet duygusuyla sürüklenirsin hikâyeni aramaya, bazen de toprak çağırır seni… Hiç “ha
yır” diyemeyeceğin kalbinin derinliklerindeki o sevgili…
Ne kadar güçlüdür aidiyet duygusu, hele de her şeyini eski sevgili köyünde bırakıp, hiç bir şeysiz, bambaşka bir diyarda yaşamına devam etmek zorunda kalanlar için… Toprak mıdır gerçekten seni çağıran, yoksa her mevsimde bir başka mazeret; bazen gappari, bazen toprağının imbiğinden süzülen zivaniya, ya da üzüm, badem, muşmula, alıç ve daha nice buram buram memleket kokan onca anılardaki lezzetler mi?!..
Bazen eski bir dosta ziyarette buluşursun sılaya özlemler geçidinde, kimi zaman da bir yolculukla çıkarsın kendi hikâyenin kalbine dokunmaya… Ve unutulmaz yolculuklarından birinin daha hüzünlü gezgini olursun…
Baba Mirası Terazi…
Bir eski terazinin hikâyesidir bugün size anlatacaklarım… Ya da 70 yaşındaki Hasan Efendi’nin kendi buruk hikâyesine yolculuğu…
Terazinin hikâyesi 1930’larda mı, yoksa 40’larda mı başladı bilinmez ama Hasan Efendi onu babasının el arabası tezgâhında fıstık tartarken hatırlardı hep… Belki de terazinin en görkemli günleriydi onlar… Yıllar boyunca kim bilir neler tartmıştı, bir dağ köyünde fıstıktan başka… İki kefeli, üzerinde bir denge demiri ve kefeleri üst demire bağlayan zincirler… Ha bir de o ağırlık birimleri… Öngesi, yarım okkası ve okkası … Pırıl pırıl parlayan, bakırdan bir terazi…
Yıllar sonra Hasan Efendi’nin de en gözde eşyalarındandı baba yadigârı iki kefeli terazi... O da nice el emeği, alın teri ürünü tartmıştı bu terazisiyle… Bazen kuru üzüm, bazen buğday ya da badem…
Ta ki 1974 gelene kadar… Savaş yaşandı onların köyü Ayyanni’de de… Ezberletilen hikâyelerden bir başkasını daha oynadı insanoğlu bu adada… Yıllarca komşu köylerde ya da aynı köyde yaşayan, nice birlikteliği paylaşan insanlar, o meşum hikâyenin gereğini yaptı ve o Rum’du, bu Türk’tü deyip birbirlerinin kanını akıttı... Savaşta kendi köy komşularının evlerini soydular Salamyu’lular, Celoceralı’lar ve Arminulu’lar… Ayyanni’liler bir zamanlar o yörenin en zenginleri olmakla öğünürlerdi. Yok öyle çok paraları yoktu onların da ama, malları ve altınları vardı.
İşte o unutulmaz kara günlerde terazicik de ganimetten nasibini aldı ve sahibinden çalındı. Gerçi ganimet dalgasından sonra yine komşu köylerdeki dostlarının yardımıyla çalınan birçok eşyasını bulmuştu Hasan Efendi ama terazi ortada yoktu işte… Kaybolmuştu… Günlerce soruşturdu, araştırdı ama kavuşmak nasip olmadı bir türlü baba yadigârı terazisine… Ve sonra göç savurdu onları bambaşka diyarlara…
Kavuşma Anı…
Yıllar sonra, tam 35 yıl sonra, haber geldi uzaklardaki komşu köydeki bir dosttan… Terazinin izi bulunmuştu. Heyecanla çıktı 70 yaşındaki Hasan Efendi o gün upuzun, iki saatlik yola… Memleketinin öteki yarısına, doğup, büyüdüğü ve rüyalarında hala yaşadığı topraklara doğru… Kendi geçmişine, ya da hikâyesine yolculuğa…
Hasan Efendi’nin terazisi bulunmuştu. Onu istiyordu, hem de büyük bir tutkuyla... Ve ne garip bir dünyadır bu dünya; hala dostu olan, terazinin izini bulan adam, aslında o günkü ganimette vardı. Soyguna bizzat katılmıştı ama teraziyi kendi değil de arkadaşı almıştı. Ve şimdi eski komşusunu tıpkı günah çıkartır gibi, ganimetlenmiş o kayıp terazisinin izinden yolluyordu.
Sonunda adam terazisini yine çok iyi tanıdığı bir başka köy komşusunun ambarında, bir köşeye atılmış, perişan vaziyette buldu. Bilmem kelimeler yeter mi anlatmaya o kavuşmanın, ya da paramparça parçalanmanın anını!..
Terazi belli ki eski günlerine sessizce ağlıyordu. Artık bakırı hiç tanınmayan, toz toprak içindeki terazinin kolları, zincirleri de yoktu. Okkası ve öngesi kim bilir nerelere dağılmıştı ama kolu kanadı kırık olsa da o tüm yaşanmışlıklarıyla oradaydı işte… Hasan’ın yıllardır aklından ve yüreğinden sökemediği iki bakır kefe ve bir demir parçası… Koruyamadığı ata yadigârı, anılardaki halka…
Teraziye ne mi oldu? Hasan Efendi onu tozlu ambardan çıkardı ve evine getirdi. Kendi geçmişinin üzerindeki tozları temizler gibi pırıl pırıl temizledi, özen ve sevgiyle cilaladı. Şimdi teraziye uygun zincirler ve okkalar arıyor.
Lazım Oluyor İnsana…
Eski komşu gönül rızasıyla teslim etti teraziyi Hasan Efendi’ye… Biraz utanarak, belki de burularak… Hasan Efendi hiç kızmadı eski komşularına… Çünkü biliyordu ki, onlar da kendilerine ezberletilen hikâyeyi oynamışlardı.
“Ne işe yarayacak o terazi şimdi?” demeyin…
Lazım oluyor insana bir terazi…
Hikâyesini tartmaya,
Hesabını kesmeye,
Anılarını dengelemeye…
Yaşamın mizanını almaya
Lazım oluyor işte insana bir terazi…”
(Star Kıbrıs'tan alınmıştır)