Aslında ben bu yazısındaki fikirlere aynen katılıyorum, halkın oylarıyla işbaşına gelmiş, kararları ülkenin geleceğini etkileyen bir insanın sağlık durumu hakkında, ona oy versin veya vermesin herkesin bilgi sahibi olma hakkı vardır.
Dahası, bu Başbakan’ın kamuya karşı açık bir görevidir.
Başbakan Erdoğan bu ketumluk yüzünden sağlığı hakkında çıkan dedikodulara Mehmet Ali Birand’ın sorularını yanıtlarken net bir cevap verdi de, herkes aydınlandı.
Dündar pazar günü Milliyet’teki köşesinde bu konuya eleştiri getirdi ve şöyle dedi:
“Öte yandan bir siyasetçiyseniz, hele de ülkenin kaderine tek başına hükmeden bir başbakansanız, ne yazık ki o beden sizin olmaktan çıkıyor; sağlık durumunuz, pazardaki adamın cebini, iç ve dış politikanın seyrini, ülkenin geleceğini etkiliyor.
O yüzden de herkesin ilgi alanına giriyor.
Bu durumla baş etmenin en iyi yolu şeffaflık politikasıydı. Başbakan’ın samimiyetle ortaya çıkıp sağlık durumunu açıkça kamuoyuyla paylaşmasıydı.
Öyle yapmadı.
Bu konuda sonuna kadar, ısrarla sustu.
Tam bir ketumiyet politikası uygulayarak yakın çevresini, basın danışmanlarını da susturdu.
‘Böyle olmaz. Beyaz Saray, Amerikan Başkanı için haftalık sağlık raporları yayınlıyor’ diyenlere kulak asmadı.”
Ama Bülent Ecevit’in hastalığı ilk ortaya çıktığında böyle düşünmüyormuş Dündar, hatta bu konulara girilmemesini açıkça savunuyormuş.
Aşağıdaki satırları da Yeni Şafak yazarı Kürşat Bumin’in 17 Haziran 2002 tarihli yazısından aldım.
Dündar, o sırada Ecevit’in hastalığını bildiklerini ama yazmadıklarını söylemiş. Bunun üzerine Bumin şu satırları kaleme almış:
“Can Dündar bu ‘sırdaşlık’ hakkında geçen gün yayımlanan ‘Niye yazmadık?’ başlıklı yazısında bakın ne diyordu: Niye? (...) Bu zor soruya benim basit bir cevabım var: ‘Çünkü insanız!” Bize okulda ve meslek içinde öğretilen gazetecilik kuralları, kamunun haber alma hakkını her şeyin üstünde tutmamızı tembihlese de o ‘her şey’in içine, habere konu olanların mahremiyetlerini ve zaaflarını sokamayacak kadar insanız. ‘Konu’, başbakan bile olsa...
Yine Dündar: Bizim görevimiz, duygu, düşünce ve inançlarımızdan külliyen azade olup ‘her ne olursa ve ne pahasına olursa olsun’ haberi, ‘bilme hakkı’na sahip olan ‘kamu’ya iletmek midir? Yoksa her haberci, her gün, önüne gelen her haberde, mesleğiyle kişiliğinin o kavgalı değirmeninde yeniden öğütülerek mi pişecektir?”
Yani benim kafam karıştı.
Yarın başbakanın sağlık durumuyla ilgili bir konu önüme gelirse nasıl davranılması gerekiyor, 2002’deki yazı doğrultusunda mı, 2012’deki yazı doğrultusunda mı?
Bir açıklama getirirse sevinirim.
Hrantçı ve Dinkçi
Ekrem Dumanlı dünkü haftalık yazısında doğru bir noktaya parmak bastı, daha doğrusu Gülay Göktürk’ün gündeme getirdiği yaklaşımı zenginleştirdi.
Dink Cinayeti’ni Susurluklaştırma çabası diyebiliriz buna.
Cinayette sorumlular arasında ayrım yapan, hatta işi tamamen siyasi iktidara yıkmaya çabalayan bir tavır bu.
Susurluk’ta da böyle olmuştu.
Mercedes’ten çıkan silahlar ve karanlık ilişkilere yönelik protesto, bir anda hükümet aleyhine dönmüştü.
Askeri lojmanlar bile ışık söndürme eylemine katılmıştı.
Şimdi de benzer bir sürecin yaşanmaya başladığı görülüyor.
Uyanık olmak gerekir.
Ayrıca, mahkeme kararını temyize hazırlanan savcıya, “Soruşturma kamu görevlileri de soruşturulacak” diyen bir başka savcıya “Daha önceleri neredeydiniz?” diye sormak lazım.