O gün güzellik akademisinde kızlarla beraberdik. Dört kişi öğlen molasındaydık. Üniversite’deki tanıtımımızdan gelmiş, birazdan sıradaki programımız için hazırlık yapacaktık. Diyetteki vücudumuzun ve can çekişen hücrelerimizin vitamin ihtiyacını gidermeliydik!
Herşey tam o sırada oldu. Kimimiz yulaf ezmesini kaşıklarken kimimiz evden getirdiğimiz tatlı sosta pişmiş tuna balığını sindirmeye çalışıyor, kimimiz de sandviçlerimizi ısırmakla ısırmamak arasında kararsızlık içinde gidip geliyorduk... İşte herşey o anda oldu... Hepimiz oldukça sağlam, üzerinden dozer geçse kırılmam diyen; ceviz kaplamalı, metal gövdeli, beyaz, dikdörtgen bir masanın iki tarafında karşılıklı oturuyorduk.
Yabancı uyruklu, beyaz tenli bir hanım kız aramıza katıldı. Olduk mu beş kız? O da bizim sınıftandı, pek tanımıyor olmamıza rağmen. Yanakları al al'dı, öyle ki konuşmaya başlayana kadar. Bir altmış boylarında vardı. Ölçmedim, bilakis kendimle karşılaştırdım, aynı hizadaydık. O müstesna, zayıf ve harika endamıyla; uzun kirpikleri, ela gözleri, kara kaşları, pespembe dudakları inanılmaz bir güzellik sergiliyordu. Hiç bu kadar yakından görmemiştim, doğrusu göz göze bakacak kadar yakın da oturmamıştık ki hiç. Açık krem renginde, pamuklu bir baş örtüsü takmıştı. Hicabından dolayı kimse onun kadife gibi parlayan, açılınca omuzlarının üzerini çarşaf gibi kaplayan uzun saçlarını görmüyordu. Kestane rengindeki saçları diz kapaklarının altındaydı. Ah, çok güzeldi; anlatamam! Sevgiyle imrendim... Kimseler görmüyordu o muhteşemliğini...
Mükemmel bir ingilizcesi vardı, sonradan öğrenmiş olmasına rağmen. Konuşurken tatlı telâfuzları oluyordu. Özellikle de o hoş aksanı ile konuşurken, adeta yüzümüzde tebessümler betimleniyordu. Çok narin, genç bir hanımefendiydi, çok... Yüzü gibi, içi de fevkalade güzel. Üzüntüsünü ifade ederkenki ses tonu bile yumuşacıktı... Bir acı böyle ifade edilebilir miydi? Muhteşemdi anlatım üslubu, ama bunun farkında bile değildi ki. Bu sırrının ortaya çıkışı, iç sesinin isyanı, güçlü olması gerektiği düşüncesinin yankılanmasıydı bence. Belki de perde altındakileri su yüzüne çıkarıyor, acıyı dışarı atıyor, temizliyordu o derinlerdeki psikolojisini...
Konuşurken fısıldar gibi dizeler döküldü dilinden. Dudaklarındaki kelimeler bir genç kızın nasıl tacize uğradığını anlatıyordu. Hücrelerim milyonlara bölündü o an. Anlatırken önce kızarıklıklar oldu elâ gözlerinde, sonra haliyle ipek gibi ıslandılar hafiften. Sonra, sonra o gözleri bu ıslaklığı taşırım sandı ise de nafile; önce damlalar oldu, sonra da çoştu sessizce. Sizse ne çığlığını duydunuz ne de nar gibi kızaran burnunu gördünüz. Damlalar düştükçe düşüyordu. Bizim kız inadına ve savaşırcasına devam ediyordu konuşmasına. Çünkü onun iki dudağından çıkan o ifadeler anlatılacak, sindirilecek gibi değildi. Hepimizin nefesi göğsümüzde sıkışıp kaldı. Kalp atışlarım hızlanmış, üzüntünün verdiği gerginliği saklamak için bir şey yapamamış, o kısa döngü içinde birden yaşlanmış gibiydim... O saniyeler, dakikalar yıllarımı çalmıştı... Midem bulanıyordu; başımı duvara çarpmış, sancılarım için morfin arar gibiydim.
Artık henüz yirmisinde bile olmayan genç kızın çığlığını duyuyordum. Sanki gözlerim kapalı, elimi uzatamıyor, sessiz çığlıklar içinde kıvranıyordum. Açık gözlerim duymuyordu. "Kulaklarım değil, gözlerim duymuyordu."
Devam etti anlatmaya. “Kafamı hiç kaldırmadım kağıtlara bakıyordum. Sınavdaydım ve yalnızdım. Yanımda ise denetmen vardı. Sınav bir saat sürecekti. 20 dakika kadar geçmişti ki bu denetmen bey arkamda konuşmaya başladı. Aslında arı vızıltısı gibi hissediyordum, çünkü önümdeki yazılara odaklanmaya çalışıyordum. Adımı kendi kendine mırıldanıyordu. Tuhafıma gitmişti. Anlam verememiştim. Sesi yumuşadıkça yumuşadı. Sandalyeyi çekti arkama. Gözetlemek için herhalde diye düşündüm. Nafile, çok geçmeden ensemde elini hissettim. Yanılıyorum sandım. Elini omuzuma atınca 'kesin bir şey söylecek,' dedim. Korkmaya başlamıştım. Ta ki diğer eli belime inince, dudaklarını yanağıma yakın hissedinceye kadar. İşte o an çığlığı bastım ve koşarak dışarı çıktım. Sonra bayılmışım. Uyandığımda şokun etkisindeydim. Uzun süre konuşamadım. Gözlerim babamı aradı.” dedi. Sonra yine gözleri doldu ...
Olayı sindiremeyen ben yemeğimi kaşıklarken, gözlerimin kızarmaması için kaşlarımı yukarıda tutuyordum. İşe yarar sandım, yaramadı. Kızlar çoktan ağlamışlardı bile. Gözlerim yaşardı, damlaları da uykudaymışçasına suskunca, tombul yanaklarımın üzerinden kaydı. Cesaretiyle yaşadıklarını haykıranın acısını kalbim kaldırmakta kifayetsiz kalıyordu.
Genç kız devam etmekteydi. "Babam da kalp krizi geçirmişti o gün. Babama 'Koş gel beni kurtar,' diyemedim. Öyle çok istedim ki, yanımda benim imdadıma yetişen biri olsun, diye." deyince, işte koptu film. Çaresizliğini anlatırken; O'nu anlamamak için ısrar edenleri, çırpınışını dile getirirken; o zamanlardaki yetersiz İngilizcesiyle acısını ifade edemeyip kaç kere ölüp dirildiğini söyledi. Konuşmasına ekledi: "Ben 19 yaşına geldim ama ...." Tam bir sükûnet vardı, ortalık buz gibi olmuştu... Vücudumdaki tüylerim ürpermiş, çaresizliğin varlığını katıca hissetmiştim...Artık hepimiz ağlıyorduk. Bir insan olarak, insanlık adına utandım. "Sen bir meleksin!" dedim, sarıldım. O da bana sarıldı. Sonra hepimiz sarıldık, hem ona hem de birbirimize... Sevgiyle sarıldık, sevgiyle! "Biz varız!" dedik, kucaklaştık. Salya sümük ağlıyorduk.
Öyle ki farkında bile değildik, öğlen molamız bitmişti. Kızlardan biri gülümseyerek, "Bu salata acı geldi, söyleyelim garsona acıya tolerans yok İngiltere’de, bilsinler!" dedi. Gözlerimizin yaşını sile sile içeri, derse geçtik. Hiçbir şey yokmuş gibi yarım kalan güne devam ettik!...
Bir güzellik uzmanının günlüğünden...
Gerçek bir hikaye!