Kendi yaptığım yanlışlardan utanırım. İyi de, başkalarının yaptığı yanlışlardan benim utanmam ne oluyor? Yakın bilindiğim, yakın göründüğüm insanların yanlışları yüzünden vücut kimyam bozuluyor, dengemi kaybediyorum, utançtan yüzüm kıpkırmızı oluyor...
Halbuki bana ne, değil mi?
Sadece yanlışlar değil beni rahatsız eden; sebebini anlamakta zorlandığım, kolaylıkla başka yönlere çekilebilecek ve yapan açısından izahı güç davranışlar da aynı kategoriye giriyor. Akıllı, bilinçli, zeki olarak bildiğim biriyse anlamsız ve akılsız işi yapan, onunla karşı karşıya gelmektense yer yarılsa da içine girsem durumuna geliyorum.
Bilge bir dostum, uzun yıllar önce, “Kurb-u sultan, âteş-i süzan” demişti bir ortak dostumuzun açmazına anlam kazandırması gerektiğinde... Bu veciz sözün açılımı “Güce veya iktidara yakın olmak ateşten topu elinde tutmaktır” demek... Güç sahibi elindeki gücü kullanırken sonucuna katlanacağını bilir; o işi yapıp yapmamak kendi elindedir... Peki ya güç sahibinin yakınları, dostları? Güç sahibinin kendi aklıyla giriştiği, hiçbir dahilleri bulunmayan eylem/ler yüzünden onlar da kınanır, eleştirilir...
“Çok mesafelisin” diyenlere anlatmadığım sebebim budur...
Gerçek dünya mı, yazarların muhayyilesinin eseri olan romanlar dünyası mı? Hangisini tercih edersiniz?Tercihim her zaman ‘romanlar dünyası’ oluyor benim. Orada hayatlar kurgulu, ama daha mantıklı oluyor. Yazar eleştirileri göğüsleyebilmek için romanında yaşananların bütünüyle akla, mantığa, bilime, tekniğe uygun olmasını sağlamaya çabalıyor. Oysa gerçek hayatta en akıllı insanlar bile bazen mantık-dışılığa sürüklenebiliyor.
Şu sıralarda cereyan etmekte olan olaylardan bir örnek vereyim, müsaadenizle: ‘KCK davası’ gerçek hayatta geçmeseydi de bir gerilim romanında kurgulansaydı, yazar, yaşananları mantıklı kılmak için özel çabalar sarfeder, biri insan hakları savunucusu diğeri öğretim üyesi iki kişinin paket içerisine sokulup tutuklanmalarını daha farklı anlamlandırırdı.
Meselâ şöyle: PKK’yla doğrudan irtibatlı bir örgüt değil mi KCK? KCK üyeliği sebebiyle gözaltına alınanlara, hele terörün şimdiki gibi azdığı bir dönemde, müsamaha gösteren pek çıkmıyor. “Bunlar alındıysa, mutlaka geçerli bir sebebi vardır” diye düşünülüyor. Hatta devlet konusunda her zaman kuşkucu davranmış, devlet adına davrananların sillesini geçmişte yemiş aydınlar bile...
Romancı önce “Öyle bir dümen çevirteyim ki romanımda, tezgâhı kurar kurmaz en az iki işi birden başarayım” diye düşünür: Sessizlikleriyle KCK operasyonlarına dolaylı destek verenleri aktif karşı çıkanlar haline dönüştürecek ve yol arkadaşları arasına şüphe tohumları serpip birbirlerine ters bakmalarını sağlayacaktır...
Bir taşla iki kocaman kuş... Romanlarda bazen ikiden fazla kuş da vurulur tek bir hamleyle...
Kurgu bu ya, romancı iki kapkaranlık örgüt üyesini üçüncü ve dördüncü kişiler hakkında telefonla konuşturur. Biri diğerine “Falanca Hocahanım var ya, ‘Eylemler tırmanırsa sonuç alırsınız’ aklını veriyor” der. Diğeri de, “Benim hücremden insan hakları savunucusu Feşmekânca da, ‘Vurun Hevaller, düşmelerine az kaldı’ diyordu geçen gün” tezviratını ekler...
Hatlara kulaklarını dayayıp telefonları dinleyenlerin ne tepki vereceklerini tahmin ederek...
Gözaltına almalar, tutuklamalar başlar; paketin içinde çok tanınmış Falanca Hocahanım ile insan hakları savunucusu Feşmekânca da vardır...
Anlam veremediğim olaylar gerçek hayatta daha fazla oluyorsa ve akıllı sandığım dostlar olan biteni doğru okuyamıyor, “Yahu ne oluyoruz? Yapılanları savunanlar dünden itibaren tavır değiştirmeye başladı, nerede hata yapıyoruz?” diye sormuyor, kendisini ‘muhafazakâr demokrat’ tanıtan birileri “Yıllardır birlikte yürüdüğümüz liberal demokratlarla yollarımız ayrıldı, oh ne güzel” diye zil takıp oynuyorsa...
Eskinin bilge dostunun “Kurb-u sultan, âteş-i süzan” sözü dilime yeniden vird olur...
Yanıma yaklaşmayın, yüzüm mahcubiyetten kıpkırmızı çünkü...