Fransız düşünür J.J. Russo, “insan doğası iyidir, fakat toplum onu bozar” diyor…
İslam düşüncesinde de benzer şekilde şöyle bir kabul var:
Her çocuk mükemmel bir yaratılışla dünyaya gelmiştir… Fıtratı itibariyle, istediği takdirde hakkı ve hakikati bulma potansiyeline her zaman sahiptir…
Bu bağlamda tüm çocuklar günahsız ve tertemiz doğar… Doğduktan sonra da aksine bir yönlendirme yoksa daima iyilik yapmaya meyleder…
Buradan çıkarılacak ilk sonuç; toplumsal normların bireyler üzerinde ciddi değişiklikler meydana getiren önemli bir güç olduğunun asla inkar edilemeyeceğidir…
Bahsettiğim faraziyelerle günümüz insanına bakıldığında; bireyleri kimlik arayışına sürükleyen, durumunu da gittikçe karmaşık hale getiren şeylerin sosyal medya, tüketim toplumu ve hızla değişen değerler olduğu rahatlıkla görülebilecektir…
Bu saydığım unsurlar, özgürlük vaadiyle özgürlüklerin kısıtlandığı bir dünyanın içine sürüklüyor bizi…
Halbuki, insan ne kadar az şeye ihtiyaç duyarsa aslında o kadar özgürleşmiş sayılmaz mı?…
Size göre, dağ başında bir çok imkandan mahrum olarak yaşamayı seçen kişi mi daha özgür; yoksa şehirdeki lüks konutunda elektriksiz kalmış biri mi?
Mesele o kadar basit…
Kafesin içinde doğan kuşlar, uçmayı hastalık sanır derler…
Kendi fıtratınızı unuttuğunuz anda ucube bir varlığa dönüşürsünüz…
Allah’tan başkasına muhtaç olmamak, ondan başka bir varlığa inanmamak ya da ondan başkasını “varlık” olarak tanımlamamak…
Bilimsel olarak da kanıtlanmıştır ki; zamana ve mekana bağlı olan her şey bir gün mutlaka “yok” olacaktır…
İslam felsefesinin derinliklerine indiğinizde, bu dinin tamamen bir özgürlük vaadinden ibaret olduğunu görürsünüz…
Örneğin, “sadece Allah’a kul ol” diye özetleyebileceğimiz tevhit ilkesi, özgürlüğün zirvesine çıkarıyor insanı!...
Zirveye ulaşanlar, mutlak varlığın dışındaki her şeyi kolaylıkla reddedebiliyor orada…
Sen varsan her şey tamam diye iman etmiş çünkü…
Bugün, yalnızca hayvani güdülerimizi depreştiren popüler kültür ürünleri ve bu ürünlerin doğurduğu “zamane değerleri” bizi öylesine esir almış ki, gasp edilen ömrümüzün ve gasp edilen paramızın farkında bile değiliz!...
Bırakın şikayetçi olmayı; bize bu kötülüğü yapanlara karşı tam tersine bir hayranlık içindeyiz…
Hatta hayranlığımız öyle yükseliyor ki, neredeyse tapınma noktasına ulaşıyor!…
Bireyi özgür kılan en önemli eylem düşünmektir…
Eflatun’un asırlar önce hatırlattığı, Kur’an’ın da onlarca ayetinde bahsi geçen bu gerçek şu anda kaç müslümanın umurunda acaba?
İnsan doğasına uygun sosyal bir düzeni desteklemeyen ideoloji ve inançlar tamamen batıldır…
Yaratılış ilkesine ters düşen her toplumsal norm, tamamen kötü, tamamen zararlıdır…
Bunu net olarak söylüyorum!...
Kadere imanın Türkçesi, “fıtrat” ölçülerine saygı duymaktır…
Yaratılış ilkelerine sadık kalmaktır…
Bu yaklaşım içinde hareket edildiğinde;
Erkeği kadına, kadını erkeğe dönüştürmek; toplumsal normları yeniden dizayn ederek bu tür değişiklikleri meşrulaştırmak ve akabinde özgürlükten saymak insanlık onuruna yapılabilecek en büyük hakarettir…
Şimdi; bilimsel olarak mümkün diye, kadını kendi kök hücresinden erkeksiz olarak döllemenin doğru olduğunu mu söyleyeceğiz?...
Bir değerin “evrensel bir değer” olabilmesi onun insanlığı yüceltmesine bağlıdır…
Öte yandan; insanın da kainatın en şerefli ve en değerli mahluku sayılması, onun diğer varlıklar üzerinde sınırsız bir tasarruf hakkı olduğu anlamına gelmiyor…
Diğer canlılar gibi o da haddini ve hukukunu bilecek…
Her davranışında, her düşüncesinde “insan” olduğunu unutmayacak…
Bana göre en önemli “kulluk” vazifesi, kişinin kimliğini ve kimliğindeki yaratılış reçetesini korumaktan ibarettir…
Gerisi formalitedir… Gerisi angaryadır…