Gençlik başımda duman, ilk aşkım ilk heyecan

Günümüzde sıkça tüketmekte olduğumuz bir kavramdır “Amerikanlaşıyoruz” sözcüğü. Sadece, basında, reklamlarda, sokakta değil; evimizin başköşesinde de Amerikanlaştığımıza dair bir çok bulguya rastlayabiliriz. “Popüler Kültür” kavramının sıkça tartışıldığı bir yerdir “Doğu- Batı” Dergisi.

Benim de sürekli okuduğum bir mecra. Ve yine derginin 2001 sayısında yer alan iki makale oldukça ilgimi çekti. Burada bahsedilen konu da Amerikanlaşma ve tabi ki popüleritesiydi. Gülriz Büken’in ifadesiyle; “İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Amerikan popüler kültürün ihracının yoğunlaşması, ülkenin ekonomik yayılma politikasının vazgeçilmez bir öğesiydi”. Oysa Umut Yıldırım, bu durumu; “Magazin dergilerine borçlu olduğumuzu söylemektedir. Çünkü Magazin dergileri ve söylemleri, Amerika Birleşik Devletlerini bir hami olarak kullanmakla kalmaz onu kurgular da. Ayrıca basın Amerika’yı bir hayranlık söylemi içerisinde ele alarak, bu kültürel egemenliğin tüketilmesinde, John Sullivan’ın deyimiyle sadece Türkiye’ ye değil Batı Avrupa’ya da çanak tutar.

 

Bu bağlamda aklıma şu soru gelmiyor değil aslında; 1980’lerde Sovyet Bloku dağılmamış olsaydı bu misyonerlik çabalarının yayılması acaba zorlaşır mıydı? Hiç sanmam…

 

Popülere yerel bakmamanın gerekliliği burada bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Çünkü; modern sadece dünya görüşü olarak değil, “Ben Amerika’yım senin adın ne” diyen modern Amerikan ögelerine dair örnekler, toplumsal ilişkilerin örgütlenme biçiminden başlayarak, yatak odamıza kadar girmiştir artık.

 

Oysa biz söz söyleme pratiklerine gelince yabancıları hiç mi hiç sevmez ve onların kültürünü dışlamaktan da geri kalmayız. Anti komünizmi karşısına alan kapitalizm ahlakı, “Modern Amerikan dünya serbest piyasa ekonomisi” diye kodlayarak okuyucuyu tek tek yutan bir canavara dönüşmektedir. Ve gerçek olan da ideolojiden kaçışın asla mümkün olamayacağıdır.

 

Şimdi Kültür tarihçileri 1980’lerden bu yana, Avrupalı Amerikanlaşma üzerine kafa yorarak “güç politikaları ” sıfatıyla bu işin içinden hala çıkamaya çalışmaktadır. Bu iki olgu ise; “kürselleşme mi yoksa Amerikanlaşma mı? söylemleriyle kendisini ele verir. Dolayısıyla bu durum sadece Türkiye ya da KKTC açısından geçerli bir tartışma değildir. İşin aslı Türkiye’nin modernleşmesine rehberlik eden bu batılı dinazor hergün başarısına bir yenisini ekleyerek ilerlemektedir.

 

Oxford tarzı gömlekleri, blue jeanleri, Mc Donalds’ da yenilecek bir hamburgeri hangimiz istemeyiz ki?

 

Ancak Gülriz Büken; “Amerikanlaşma süreci, Türk kültürel kimliğinin top yekun yitirilmesi veya milli kimlik kavramının tamamen kaybolması olarak algılanmamalıdır. Bunun yerine, daha genç nesillerin, geleneksel Türk kültürünü devam ettirmelerine engel olacak bir etken olarak görülmelidir” demektedir.

 

Ve işte bu cümleler benim makaleyi yazmak isteyişimin en önemli sebeplerinden birisidir. Ardından Büken; “Modernleşme, Türk ahlak değerlerine ters düşen Amerikan yaşam tarzının körü körüne taklit edilmesi ve benimsenmesi ile karıştırılmamalıdır” açılımını yapmaktadır. Peki ama madem bu durum, dış politikada “ekonomik pragmatizm’i başlatan Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı sırasında uygulanan resmi devlet politikaları ile başlamış ise, benim nenemi hatta nenemin nenesini de içine alan bir döneme sirayet etmiyor mu?

 

Yani, bu kültür erozyonuyla ilk tanışmanın kökeni, 19. Yüzyılın ortalarında; “İstanbul boğazında Missouri’nn demirlemesine kadar gitmiyor mu? Eğer gemi, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin Washington Büyükelçisinin cenazesini taşımakla yetinmeyip, aynı zamanda Amerikan yaşam tarzını da getirdiyse, o halde konuya politik olarak bakmak yerine, gençler üzerine bir kaygı psikolojisi gerçekleştirmenin manası nedir? Ah şu gençlik yok mu diyesim var …

 

Ayrıca bugünün gençleri bir önceki nesile göre, sadece Amerikan zihniyetini tüketmiyor, onu tüketip tüketmeme özgürlüğü arasında, bilinçli seçim yaparak yaşamına yön veriyor. Bu durumda, her politik analizi allayıp pullayıp gençliğe yafta giydirmenin manasını çözebilmiş değilim doğrusu…

 

Eğer kültürel yozlaşma ve tüketim toplumundan söz edeceksek, 1950’li ve 1960’lı yılları hatırlamak gerek. “Adnan Menderes’in başbakanlığı sırasında, özel teşebbüs ve liberal ekonomik politikalara hız verildiğini söylüyorsak, Türkiye’nin, bir “küçük Amerika’ya dönüşmesinde, “Türkiye’ye ilk olarak ‘Frigidaire’ buzdolaplarının ithal edilmesi’nde gençliğin bir girdisi olmadığını da vurgulamak gerek. Ya da “Truman Doktrini” kapsamında Amerika’dan sağlanan ekonomik yardımlar ile, 1946 devalüasyonunun yarattığı yeni zenginlerin, Amerika popüler kültürüne duydukları hayranlığın artması ve ardından “Demokrat Parti” iktidarı sırasında kapitalizme ortam hazırlayan yeni ekonomik politikalar oluşturulması da öyle. Yani her şey bir yana; tek sorun gençliğin bugün gündelik yaşamda “cool olmak”, “relax veya free takılmak” sözcüklerin kullanıyor olması mı? O halde genç olmayanlar; “McDonald’s, “Burger King”, “Pizza Hut”, “Hypermarket”, “Shopping Center’in ardından neden bugün, “Dürüm Land”, “Kebap House” gibi isimler veriyor da; “Adanalı”, “Ankaralı”, “Lefkoşalı; “Ciğerci bilmem kim” ustanın yeri demiyor.

 

Daha çok turist çekemeyip, Türkçe isimleri tanıtmakta zorlanacak diye mi?

 

Bırakalım öyleyse, Türkiye “Küresel Köy” tarafından ilhak edilmesin de, adlarına “Kurufasülyeci Ahmet Usta” falan diyelim işletmelerin. Acaba kaç kişi bu restoranlara gitmek konusunda tercih yapar ve o serbest piyasa döngüsünden küçük esnaf nasibini alır? Orasını da bilemiyorum ya…

 

Sonra döndürüp dolaştırıp lafı varoşlarda veya Anadolu’nun az gelişmiş kesimlerinde yaşamlarını kıt kanaat sürdüren insanların bu ürünlere asla ulaşamayacağı noktasına getiriyoruz. Yani alt, üst ve orta sınıf ayırımını söylemlerimize yansıtmaktan geri kalmıyoruz değil mi?

 

Peki ama büyük şehrin metropolü dışında yaşayanlara siz hiç bu nimetlerden faydalanmak ister misiniz diye sordunuz mu acaba? Ya da onlar, adını “Coca-kolonileşme” koyduğumuz bu ürünlere gerçekten sahip olmak ister mi? Yoksa köylüler doğal portakal suyunu içmekten mutlu mudur ? Ne dersiniz; biz kendimizi “Batı” diye atfettiğimiz tarafta tartışaduralım, ya da “gençlerin topluma yabancılaşmış telekoliklere dönme tanımlamalarını yapalım, onlar belki “Doğu” diye adlandırdığımız blokta olmaktan son derece memnundurlar. Batı tarafına baktığımızda; “tıpkı 1946’dan sonra Türkiye’de resmi ideolojinin Amerikan imgesinin kültürel inşasıyla ilişkisini ve bunun topluma sunuluş şeklini büyük ölçüde Amerikan orijinallerden çevrilmiş yazıları kapsayan “Aile, Bütün Dünya, Hayat, Resimli Hayat ve Seksoloji” gibi magazin içerikli dergilere yansıtıldığı gibi. Bu örnekler bana göre, sadece dönemin ekonomisini değil, içimize işlemiş sinsi ilerlemede, cinsellikten politikaya önemli söylemleri barındırmaktadır.

 

Türk muhabirleri çeviri yazılarıyla da, Amerikan inşasını bu süreçte desteklemektedir. Amerikalı liberal feminist Betty Friedan’a göre; dergilerde kadınlara yönelik muhafazakar bir aile yapısını destekleyerek kadını ev içinde hapsetmeye çalışılır. Ayrıca, sık sık ağlayan ve şiddet gösterilerine başvuran kadınlar öfkelerini kontrol edebilmeyi öğrenebilmelidirler. Oysa şehirlerde yaşayan kadınlar iş yaşamında başarılıdır. Burada ki söylem; “Aile” ve “Seksoloji” dergileriyle kentteki kadına sunulur ve orta sınıfı da içine alır. Yani ona derki; senin yerin evindir. Ev işi de zevkli bir uğraştır. Çocuğunla çoluğunla uğraş, yemeğini pişir sil süpür ama boşanma sakın.

 

Paralı kocan senin hediyelere boğacak ama sen genede onu kazanmak için çaba göster. Tıpkı kahve falına bakarken komşularımın bana söylediği gibi yani. Bu dergiler, Amerikan kadınını şehirli Türk orta sınıf kadınlarına izlenilmesi gereken bir model olarak sunarak, kadınlığın tarifi açısından da önemli ipuçları verir.

 

Güzelliği, sağlıklı yaşamayı erkek egemen ideoloji çerçevesinde evrenselleştirerek, giyim kozmetik, fiziksel bakım ile ilgili yazıları bedeni metinleştirirerek önümüze getirir. Ve afiyetle yiyin artık der. O halde “Benim neneme kimse bir şey öğretmedi deme lüksüne sahip değilim şu durumda. Geleneklerini koruduğu için, son derece natürel bir kadındır demeli miyim diye düşünürken aniden anımsıyorum ki; o doğayı seven kadın da aslında evde “arap sabunu yerine “matik” kullanıyor artık. Yani herkes gibi o da, savaş sonrası dönemin global konjektörel yapısının retoriklerinden nasibini almıştır. Bana nasıl dans edeceğimi; nasıl yürüyeceğimi nasıl bacak bacak üstüne atacağımı öğreten “Yeni Türk Sinema” tarihi döneminde olduğu gibi. Sonra “Seksoloji” dergisi kadına, gebelik lohusalık cinsel ilişki, adet dönemi ile ilgili bilgiler verir.

 

Oysa Resimli Hayat dergisinin 1955, Şubat sayısında; Protestan ahlakıyla iş gezisinin uyumlu sunumunu görmek mümkündür. Buradaki espiri; Amerika’nın ilerlemesinin sebeplerinden biri modern dünya’nın atomik süratli çocukları’nın işi disiplini ve eğlenceyi de bir arada yürütebileceklerini söylüyor olmasıdır. Yani yatak odamıza kadar giren Amerika gezi ve seyahat özgürlüğümüzün de içindedir artık. Örneğin Amerikan’ın Japonya’ya propagandasını dikkatlice okuyup söylem analizi yapmaya kalkarsanız, orada köleliğin geyşalıkla nasıl bağdaştığını görürsünüz. Bana kalırsa, nasıl sevişeceğimize, cinsel tatmine kadar ne yapmamız gerektiğini söyleyen bu akıllı magazin basınını içselleştiren Japonyalı; “Ey Amerikalı yolcu; benim ülkeme seyahat edeceksen eğer, işte bu kadın sana böyle hizmet edecek” dercesine duran bir güzel bir geyşayı sunar kendisine. Üstelik sayfanın dörtte bir oranında. Reklamcılık açısından hiç de küçümsenecek bir boyut değildir bu. Ama uçak şirketi veya turizm şirketiyle ilgili tek göreceğiniz şey ismidir. Bir spot şeklinde geçer ve biter. Aklınızda en çok parmakları üzerinde duran, saçları toplu, Japon geyşasının önünüzde nasıl eğildiği ya da eğileceği fikri kalır. İşte bu kadarda cinsel ehlileştirmeye tabi tutulmuştur Japonlar tarafından. Türkiye üzerindeki düşüncelerin ideolojik bağlamına kafa yormaya ilaveten popülerin lokal etkileri ekseninde de durarak, yerel olanı da, kendi içinde ayırmak gerektiğini düşünmekteyim. Amerika’nın süper güç olmasının dışında basın açısından bir değerlendirme yapacak olursak; “The Associated Press” gibi haber kaynaklarının dünya üzerinde dolaşımına bakmak gerekecek. Böylece, Amerikan zihniyetinin ehliyetini kullandığımızı ve direksiyona neden onun geçtiğini hatırlamış olacağız. Hatta, savaştan Avrupa’nın değil hegomanik güç olarak çıkanın Amerika olduğunu da. Magazin söylemleriyle de her gün sizi içine alır; zafer artık onundur ve savaş bitmiştir. Amerikan usulü modernleşme diyoruz.

 

Peki, sabahtan akşama kadar bir gününüzü ele alalım, soluduğunuz her yerdedir. Uyandınız, önce aynanın karşısına geçersiniz, kullandığınız diş macunu Amerikan patentli olabilir. Duş alırsınız; banyo jeliniz Amerikan patentlidir olabilir, evden çıkmadan bir kot giyersiniz; Amerikan patentlidir mesela; ayağınıza “Converse” geçirirsiniz. Yok ben giymem mi diyorsunuz, parfümünüzün ya da kullandığınız kozmetiğinizin markası nedir? “Max Factör” olabilir mi? Hadi bunları yapmayıp camiye gidiyorum diyorsanız; aracınızın modeli nedir? Şahin mi, doğan mı? Onlar artık yok oldu değil mi? Akşam karnınız acıktı lokantaya uğradınız; yemek mönüsünde kaç tane; kuru fasülye var iyice bakın… Bu örnekleri çoğaltmak mümkün elbette. Hatta çoğaltırsam makale sanırım bitmeyecek…

 

Ama istediğiniz kadar, anti emperyalist tutum sergileyin bu söylemler Amerikan medyası tarafından her gün tazelendiği sürece; ne hayatınızdan ne de kullandığınız kitle iletişim araçlarından söküp atamazsınız. Ve inanın artık gençler üzerine atıfta bulunmak dahi, bu yozlaşmanın ve erozyonun acısını hafifletmeye yetmeyecektir. Üstelik “Gençlik başımda duman, ilk aşkım ilk heyecan” şarkılarını da sanırım unuttuk bile. Anlıyacağınız “Kovalayıp da kaçan ateş böcekleri” değiliz artık biz.