Gençliğe Hitabe'yi İnönü mü yazmıştı?



Gazeteci Oral Çalışlar 12 Eylül'den sonra girdiği hapishanede yaşadıklarını yazdığı "Liderler Hapishanesi" adlı kitabında (1986) kendisi de içeride olan Bülent Ecevit'le yaptığı bir konuşmayı aktarırken ilginç bir bilgi kırıntısını gözler önüne serer. Buna göre Ecevit, Çalışlar'a, "Nutuk"un sonunda yer alan ve halen resmi kurumlarımızın duvarlarını süsleyen Gençliğe Hitabe'yi İsmet İnönü'nün kaleme aldığını, bizzat İnönü'nün ağzından aktarmıştır.

Atatürk, "Nutuk" metnini tamamladıktan sonra yakın arkadaşı İnönü'ye okuyup fikirlerini söylemesi için verir. İnönü de okur ve der ki: "Paşam, çok güzel, ancak sonunu gençliğe hitap ederek bitirmek sanırım faydalı olur". Bunun üzerine Atatürk "O zaman sen yaz" der ve ardından İnönü, Gençliğe Hitabe'yi kaleme alır. Bunu eski Milli Eğitim bakanlarından Necdet Uğur da biliyormuş. İşin ilginç tarafı, Oral Çalışlar'ın kitabı hem Ecevit'in hem de Uğur'un sağlığında yayınlanmış ve herhangi bir yalanlama gelmemiştir.

Tabii ki bu bilgi tek başına Gençliğe Hitabe'yi İnönü'nün yazdığını ispatlamaz ama en azından bir tartışma başlangıcıdır, hukuk deyimiyle, delil başlangıcı. Buradan yola çıkarak tarihçilerin alacakları uzun bir yol vardır.

Keza çocukluğumda hâlâ okul duvarlarında asılı duran Türklerin dünyaya yayılmalarını anlatan haritayı da bir okul ziyaretinde sınıftan çıkışta Atatürk'ün kendi eliyle çizdiğini ve sonra da kimse değiştirmeye cesaret edemediği için aynen kaldığını bir hatırattan öğrenmekteyiz. Gerçi sonradan göçler yoluyla Türk ırkının dünyaya medeniyet götürdüğü görüşünden de vazgeçildi ama bu motif okullar kanalından toplumsal hafızaya bir kez kazınmış oldu.

1935'te İngiliz ve Fransızların baskısı altında içine girilen ırkçı eğilimden hızla uzaklaşılmış olduğunu belirtelim. Ancak 1930, Türkiye'de yaşayan diğer ırkların dışlandığı ve Türklerin ırkî özelliklerinin abartıldığı dönemin başlangıç yılı olarak hatırlanacaktır. Nitekim aynı yıl, Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, ünlü Ödemiş nutkunda şu korkunç ifadeyi kullanacaktı:

"Benim fikrim, kanaatım şudur ki, dost da, düşman da, dağ da bilsin ki bu memleketin efendisi Türk'tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır." (Milliyet, 19 Eylül 1930)

Bunlar inkâr kabul etmez, kategorik ifadelerdir ve yalnız Bozkurt değil, aynı zamanda Başbakan İsmet İnönü de 1926 yılı Kasım ayında benzer bir ifadenin altına imza atmıştır. Türk Ocakları Kurultayı'nda konuşan İnönü'nün keskin sirke mahiyetindeki sözleri şöyledir:

"Vazifemiz, Türk vatanı içinde Türk olmayanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anâsırı [etnik unsurları] kesip atacağız. Ülkeye hizmet edeceklerde her şeyin üzerinde aradığımız, Türk olmalarıdır."

Bugün acısını hep beraber çektiğimiz olayların kökeninde biraz da bu sakat ve katı anlayışın yattığını bilmemiz lazım.

***

Osmanlı coğrafi bölgeleri nasıl ayırdı?

1931-1932 yılları dil ve tarih konusunda çalışmaların yoğunlaştığı yıllardır. Türk dil ve tarih tezleri bu yıllarda gelişip olgunlaştırıldı. Ancak coğrafya çalışmaları için bir 10 yıl daha beklemek gerekecektir. İlk Coğrafya Kongresi'nin 1941 yılında gerçekleştirilebilmiş olması, coğrafyanın, daha doğrusu vatan kavramının şekillenmesinin Cumhuriyet yöneticilerinin zihinlerinde biraz zaman aldığını gösteriyor. O güne kadar ihmal edilen ve şimdilerde yeniden tartışılan Türkiye'nin bölgelere ayrılması konusu da bu kongrenin ana gündem maddeleri arasındadır.

Coğrafya Kongresi'nde İbrahim Akyol, Besim Darkot, Herbert Louis ve H. Sadi Selen adlı profesörlerin teklifiyle Türkiye 7 coğrafi bölgeye ayrılır. Buna göre denizlere doğru açılan cepheler komşu denizlere göre, iç kısımlar ise Anadolu'nun yönlerine göre adlandırılmıştır. Yani bölümlendirmede fiziki coğrafya esas alınmıştır. Daha önce Faik Sabri Duran'ın 1938 tarihli bölümlendirmesinde bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun "Şark Yaylası", Orta Anadolu'nun ise "Merkez Yaylası" olarak adlandırılması gibi aykırı örneklere rastlanıyor, coğrafyacılar arasında bir birlik kurulamıyordu. İlk defa 1941 Coğrafya Kongresi'ndedir ki, bugün bildiğimiz bölgelerin belirlendiğini biliyoruz. (Geniş bilgi için bkz. Sezgi Durgun, "Memalik-i Şahane'den Vatan'a", İletişim: 2011, s. 223 vd.)

Ancak bu bölgelerin sınırlarının çizilmesine itiraz eden uzmanların bulunduğunu da unutmamak lazım. Mesela Cevad Gürsoy adlı coğrafyacı, 1957 yılında yazdığı makalede Karadeniz Bölgesi ile Doğu Anadolu bölgeleri arasındaki sınırın yanlış çizildiğini iddia etmiş, Orta ve Batı Karadeniz sınırlarının da hatalı olduğunu savunmuştur. Ayrıca Akdeniz ile Güneydoğu Anadolu'yu ayıran sınırın hatalı olduğunu, bu sınırın Fırat nehrine kadar uzatılmasının uygun olduğunu, bu nedenle Gaziantep platosunun da Akdeniz bölgesine dahil edilmesi gerektiğini savunmuştur. Biraz da çocukluğumun bir kısmını geçirdiğim için ilgimi çeken Gaziantep hakkında söylediklerini sizinle paylaşmak istiyorum:

"Beşeri ve iktisadi coğrafya bakımından Gaziantep ve çevresi, Akdeniz mıntıkasıyla ve özellikle Adana bölgesiyle yakından alakadardır. Adana ve Hatay çevrelerinin, Türkiye ortalamasının üstünde yoğunluk gösteren sık nüfuslu sahası, oldukça kütlevi bir vaziyette Fırat'a doğru uzanmaktadır. Gaziantep çevresi, Gâvur Dağı'nın kuzeydoğuya doğru devam eden yoğunluk sahasıyla irtibat halindedir. Bundan başka Gaziantep platosu, Fırat'ın doğusundaki sahalara nazaran bol yağışlarıyla Akdeniz mıntıkasına daha fazla yakınlık göstermektedir."

Hakikaten de Gaziantep neden Güneydoğu Anadolu bölgesindedir? Bunun fiziki coğrafya açısından tatminkâr bir açıklaması yoktur. Oysa bu mesele, Osmanlı'da "Cezire-i Ulyâ" denilerek ve Fırat'a kadarki bölge Akdeniz bölgesi içine alınarak çoktan halledilmişti. Yani Osmanlı'yı taklit etsek mesele kalmayacaktı. Ancak akla gelen ilk ihtimal, Cumhuriyet'i kuranların yalnız fiziki değil, beşeri ve ırkî bir coğrafi bölümlendirme de yaptıkları şeklindedir. Muhtemelen Gaziantep'teki Kürt nüfusu, bu şehri Akdeniz'de değil, Güneydoğu Anadolu'da görmemizin esas sebebini teşkil etmektedir.

Bir zamanlar 'Haritalar nasıl yalan söyler?' diye sormuştum. Sezgi Durgun'un sözünü ettiğim kitabını okuduktan sonra 'Coğrafyacılar nasıl yalan söyler?' diye sormamız gerektiğini düşünüyorum.