Nisan ya da Mayıs ayı idi, fragmanı düştü medyaya, o fragmanla birlikte de bir ateş düştü içime, ben bu filmi dünya gözüyle görebilecek miyim diye? Sadece ben miyim diye düşünüyordum ama yalnız değilmişim, benim gibi nicesi aktarıp aktarıp izlemiş Buğday’ın fragmanını. Daha ilk saniyesinden elinden tutup seni uzaklara çeken bir şey. Renkli dünya içerisinde siyah beyaz bir rüya gibi.
Aradan aylar geçti, film Bosna’da ilk gösterimini yaptı, ah! dedim; ‘’keşke ben de orada olaydım.’’ Ama çare yok kısmete razı olup izleyeceğim zamanı bekleyecektim. Kaç sefer geçirdim aklımdan mail atıp sorayım, ‘’Film Londra’da da gösterilecek mi?’’ Sonra kendi kendimi vazgeçirdim ‘’boşuna ümitlenme nerede sende o talih.’’
Filmi izlemek büyük devlet, bir de üstüne Semih Kaplanoğlu ile röportaj yapsam ne güzel olur diye bir hayal kurdum. Hayal bu, kuruldu mu bir kere düşmeli peşine. Düştüm ben de.
Mail attım yapım şirketine, derdimi anlattım. Bir gün oldu cevap yok, iki gün oldu cevap yok. Ümitler tükeniyor, acaba görmediler mi diye geçiyor aklımdan arada bir. Yeniden mi yazsam, ya da arasam mı derken bir mail düştü telefonuma. Evet, bu hayal de gerçek olmaya bir adım yakındı. Şimdi sırada film gününü beklemek vardı. Günler geçiyordu ama kafanın bir tarafı hep Buğday’ın siyah beyaz yüzündeydi. Sonunda gün geldi çattı, gün boyu yaşanan türlü zorluk ve aksiliğe rağmen salona geldim. Biraz dolandım ve az ileride tanıdık bir yüz gördüm. Hemen yanına gittim, kendimi tanıttım, sonra birer kahve alıp ayaküstü laflarken film saati geldi, salondaki yerimi aldım, Semih hoca da yönetmene ayrılan bölümden girdi, kısa bir ‘’hoş geldiniz, iyi seyirler’’ konuşması yaptıktan sonra film başladı.
Salonun kahir ekseriyeti yabancı seyirciden oluşuyordu. Filmden önce aklımda hep şu soru vardı, ‘’Tamam ben bu filme bayılacağım, beni alıp götürecek, peki ya diğerleri? Yabancı seyirci sıkılacak mı acaba, hakkını vererek izleyecek mi filmi, ya beğenmezlerse, ya filmin ortasında kalkıp giderlerse, hadi beni bırak, bu filme beş yıl emek veren ve binlerce kilometre yol kat edip o salonda bizimle beraber filmi izleyen Semih Kaplanoğlu ne hisseder?’’
Sanırım biraz sahipleniyordum filmi. O yüzden de objektif olamam diyordum kendi kendime. Ama bunlara hiç gerek yokmuş? Daha birinci saniyesinden başlayarak öyle bir film izletti ki bize Semih hoca, her bir sahnesi, her bir saniyesi ayrı düşünülmüş, tasarlanmış ve şaheserleştirilmiş. Bunu nereden mi anladım?
-İki saat süren ve ara verilmeyen filmde 250 kişilik salonda bir kişinin çıtı çıkmadı, sağımdaki adam İngiliz’di, solumdaki adam İngiliz’di, ikisi de aynı benim gibi gözlerini kırpmadan izlediler filmi. Pür dikkat derler ya, pür dikkat işte.
Bir sahnesi de yoktu ki öylesine yapılmış olsun, bir saniyesi yoktu ki üzerine saatlerce, günlerce düşünülmüş olmasın.
Bugünün dünyasının deva ararken dert ürettiğini, hazinenin çöpe atmaya meyilli olduğumuz şeyde giz tuttuğunu yüze çarparak uyandıran bir borazan gibiydi Buğday.
Filmi ne kadar anlatsam da olmayacak. En iyisi izleyin siz.
Buğday’ı izledikten sonra çıktık salondan, Semih hocayla muhabbet ediyorduk, bir de röportajı yapacağımız zamanı kararlaştırmaya çalışıyorduk. Sonra bir Türk arkadaş daha geldi, o da Buğday konusunda ben ve nicesinin hissettiklerini hissetmişti ve cesaretini toplayıp hocanın yanına gelmişti benim gibi. Sonra laf lafı açtı, bir baktık yürüyoruz bir yere doğru. Sonra hoca ‘’bari bir yerde oturalım da öyle konuşalım’’ dedi. Bir yer bulduk oturduk ve iki saat boyunca tadını hiç unutamayacağım bir muhabbet demledik, Türk çayı eşliğinde. Bugün bahtiyarım şükür.