“FIDBOL”

Gırtlak kanseri olduğunu duyalı daha iki gün olmuştu ki, kalp yetmezliğinden öldüğü haberini aldım, onu da tanıyan, çok sevdiğim  bir yakınımdan.


İyi bir ölüm nedeni bu. Büyük  kaybımıza da çok yakıştığına inanıyorum, doğrusunu isterseniz. Dolayısıyla Metin Kurt’un kalp yetmezliğinden ölmesinde bir gariplik yok. Herkesle paylaşılmış bir kalbin, sahibine “yetmemesi” çok doğal.

 
Futbol gibi çok güzel bir halk oyununda başarılı olmasına rağmen, ünün tuzağına düşmemiş, “popülerkarşıtı” bir topçuydu giden. Topun ayakla oynandığını sananların bol bulunduğu ülkemizde futbolun “kafayla” oynandığına inanmış olması farkını gösterir. Giden böyle biriydi.


Elinde kalın Cohiba purolarıyla basına demeç veren, televizyonda şakıyan endüstriyel futbolun, etkili, yetkili kulüp bürokratlarının/aristokratlarının çoğunun ağzından, futbol sözcüğünün tek bir gün bile doğru dürüst çıktığına tanık olmadım. Hepsi istisnasız “fıdbol” derler, ki, özel uğraşıları haline de getirdikleri futbol ticaretinin “literatüründe”, sadece kendilerinin anlayabilecekleri, karmakarışık işlerine pek de uygun, özel bir kavram haline gelmiştir neredeyse. “Fıdbol”un, deri tüccarlarının, NATO müteahhitlerinin, eski mit görevlilerinin elinde “bir halk oyunu” olmaktan çıkıp, sermayenin acımasız rekabet aracına dönüştüğü ülkemizde Metin Kurt, kalbini “temiz futbol”a vermiş bir adamdı.


Sadece buna değil. Futbolcunun da bir işçi olduğuna inandığı için hem sendikal hem de, hayat sınıfsal itirazlar üzerinden kazanılacak diye inandığı için devrimci kavgaya verdiğinden, kendisine ne kadarı kaldıysa kalbinin onunla yaşıyordu işte. O kalbin Metin Kurt’a yetmemesi elbette normal.


Sahanın yeşili ile mücadelesinin kızılının güzel kıldığı bir adamdı. En çok ona yakışacağından adım gibi eminim şu yanlış kişileri tanımlayan “Yalnız Kurt” sıfatının. Bir dolu çakalın olduğu “fıdbol” dünyasında “yalnız bir kurt”tu gerçekten de.


Hayatını anlattığı kitaba neden “gladiyatör” adını verdiğine şaşırmıştım. Gladiyatör, çoğunlukla egemenleri, istemeyerek de olsa, eğlendiren, kendisi de kurban sayılan bir figürdü. Kurt, futbolun Spartaküs’ü olduğundan kitabına bu ad daha iyi giderdi. Herhalde mütevazılığından koymamıştır bunu. Spartaküs de gladyatördü denmeyecektir umarım. Egemenleri ürküttüğünde gladyatör değildi artık o. Metin Kurt da hep Spartaküs’dü.


“Fıdbol”
tiranlarının arenalarında, onların istedikleri gibi oynamadı çünkü. İtirazın, başkaldırının çok kolay bastırılabileceği “fıdbol” sanayinde aykırı biri olmanın bedelini o “fıdbol”un dışına itilmekle ödedi. İtenler öyle sandılar aslında. Endüstriyel “fıdbol”un kendisine benzettiği lümpen taraftar belki adını hatırlamadı ama bu halk oyunun takipçisi emekçi çocuklarının gözünde o bir kahraman olmaya devam etti. Futbol konusunda yazıları, Veysel Atayman’la yazdıkları futbol kitabı hep saha dışında sanıldığı dönemlerde yazıldı.


“Emekçi kalesine tek bir şut girmeyecek”
sloganıyla, işçi sınıfının gol yememekten başka çaresi olmadığını, partili bir spor adamı olan onun kadar şık anlatamadı kimse. Ayakkabılarını, rantçı müteahhitlerin el atmadığı arsalarda paraladığı için en iyi o kurdu “futbol arsada güzeldir borsada değil” cümlesini.


İspanya’nın Depor takımının değişmez oyuncusuydu Coruna. 1936 ispanya iç savaşında faşistlere karşı savaşanlar arasında o da vardır. Yakalanır, yirmi yaşındadır henüz. Kurşuna dizilecektir. İnfaz mangasındakiler de kendisi gibi futbolcu askerlerdir. Yüzü onlara dönükken, pantolonunun düğmelerini çözer, kurşunlara hedef olmadan önce, uzun uzun işer. Futbolcunun tepkisi böyle oluyor demek ki.


Ağzı Cohiba purolu deri tüccarlarından, NATO müteahhitlerinden, derin devlet görevlisi “fıdbol” tiranlarından oluşmuş “infaz mangaları” varsa, eli her an pantolonuna gidecek Corunalar da var elbette bu alemde.


Bu giden, iyi adamdı. Yeşille kızılı bünyesinde buluşturmuş güzel bir adam. Bu adam futbolun her şeyini, ama emekçisini çok iyi bilirdi.


Futbol tarihi tüm bu yönlerini yazacak elbette ama özellikle çapulcuların “fıdbol” dediğine, “Futbol” diyen tek adam olduğunu mutlaka yazacak.


Yazmalı.