Fethullah Gülen 28 Şubat’ta ne yaptı?

ŞUNLARI yaptı:

- Ordunun dönemin hükümetinden daha demokrat olduğunu söyledi.
- Refah Partisi’nden ayrışmaya çalıştı.
- “Ben Erbakan gibi değilim, daha hoşgörülüyüm” mesajı verdi.
- En kritik günlerde Erbakan’a “istifa et” çağrısı yaptı.
- 28 Şubat’ın egemenleriyle diyalog yollarını aradı.
- Bu arada Refahyol hükümeti devrilip yerine yeni hükümet kurulduğunda Zaman gazetesi 9 sütuna “Hayırlı olsun. İşte kardeş kavgasına son verecek hükümet” manşetini attı.
Yani?
Fethullah Gülen direnmedi. Direnmediği gibi işbirliğine de açık durdu.

*

Yeni Türkiye’de...
- Ortalık 28 Şubat diye inlerken...
- Zalimler deşifre edilirken...
- Mazlumlar anılarını anlatırken...
- Herkeslere “sen 28 Şubat’ta neredeydin” sorusu sorulurken...
- Sincan’da tankların geçtiği caddede eylemler yapılırken...
- 28 Şubat belgeselleri ekranları kuşatırken...
Fethullah Gülen’in 28 Şubat’ta nerede durduğu sorusu hiç sorulmuyor.
28 Şubat’a dair her şeyi açıkça konuşuyoruz, tartışıyoruz, hiçbir eksik bırakmıyoruz, her türlü anımsatmayı yapıyoruz ama nedense sözü bir türlü Fethullah Gülen’in duruşuna getirmiyoruz.

*

Anlayışsız değilim.
Fethullah Gülen...
- 28 Şubat’ta kaybedeceği çok şey olduğunu düşünmüş olabilir.
- Okulların kapılarına kilit vurma tehlikesini hissetmiş olabilir.
- Refah’ın yanlış stratejilerle kendisini de hedef haline getirdiğini düşünmüş olabilir.
- “Hizmet”in büyük darbe alacağına inanmış olabilir.
Bütün bunları anlayabilirim.
Ama bu anlayışım, ancak bunların ifade edilmesi halinde söz konusu olur.
Ortalığın “28 Şubat” diye inlediği, “28 Şubat’a itiraz etmeyenin dövüldüğü” bir günde...
28 Şubat’ta karşı destan yazan Gülen Hareketi’ne mensup kalemlerin, önce sağlam bir 28 Şubat muhasebesi yapmaları, ancak ondan sonra 28 Şubat’a karşı kalem sallamaları gerekir.

*

Gülen Hareketi, bu konuda “hiçbir şey olmamış gibi” yapma lüksüne sahip değildir.
Çünkü...
“Demokrasi” biraz da...
Hiç kimseye hiçbir zaman hiçbir şey olmamış gibi yapma fırsatı sunulmayan rejimin adıdır.

NE demiş TÜSİAD?
“4 yıllık zorunlu eğitimin ikinci kademesinde açık öğretim seçeneği getirilirse kız çocukları okullara gönderilmez” demiş.
Doğru demiş ki hazırlanan taslakta bu sakınca giderildi.
Yani Erdoğan bu açıdan TÜSİAD’a öfkelenmek yerine teşekkür etmeli.

*

Başka ne demiş TÜSİAD?
“Zorunlu temel eğitimde mesleki yönlendirmenin 4 yıl sonra başlaması sakıncalıdır. Avrupa Birliği ülkeleri mesleki yönlendirmeyi geciktiriyor” demiş.
Ne var bunda?
Bu görüş, nasıl oluyor da Başbakan Erdoğan’ın “sen işine bak TÜSİAD” tepkisine maruz kalıyor?

*

Bugün en özgürlükçü isimler bile “zorunlu temel eğitimde mesleki yönlendirmenin geciktirilerek başlaması” gerektiğini söylüyorlar.
Avrupa ülkelerindeki uygulamalara bakıyoruz, orada da mesleki yönlendirmenin geciktirildiğini görüyoruz.
Finlandiya, Danimarka gibi eğitimde parlak durumda olan ülkelerde kesintisiz temel eğitim 9 yıl.
Tablo bu iken Başbakan Erdoğan, neden TÜSİAD’a orantısız şiddet uyguluyor?
Bunun tek bir nedeni var:
TÜSİAD’ın önerisi geçerli olursa, imam-hatiplerin orta kısımlarının açılması mümkün olmayacak.
Bu nedenle Avrupa’daki uygulamalara dair örneklere gözler ve kulaklar kapatılıyor.

*

Başbakan Erdoğan’ın odaklanması gereken konu, imam-hatiplerin orta kısımlarını yeniden hayata geçirmek olmamalı.
Erdoğan, “çağdaş dünyada zorunlu temel eğitimde hangi model esas alınıyor” meselesine odaklanmalı.
Geçerli olan model “9 yıl kesintisiz” modeliyse...
İmam-hatiplerin orta kısımlarını yeniden hayata geçirmek adına bu modeli elinin tersiyle itmemeli...

*

Diyeceksiniz ki:
“İyi ama 9 yıl kesintisiz model hayata geçerse anayasal güvence altına alınmış olan din eğitimi meselesi nasıl halledilecek?”
İşte esas mesele budur.
TÜSİAD’a “sen işine bak TÜSİAD” demek yerine “9 yıl kesintisiz eğitimde din eğitimi ne olacak?” sorusu sorulmalı ve öneri istenmelidir.
Çünkü mesele “imam-hatip meselesi” değildir, mesele “din eğitimi” meselesidir.
Konu buraya getirildiği taktirde...
Tartışma “üstü kapalı imam-hatip savaşı” olmaktan çıkar, çözüm odaklı bir tartışmaya dönüşür.

28 ŞUBAT’ın arkasındaki güçlerin dileği şuydu:
“Milli Görüş hareketi ikiye bölünsün ve gücünü kaybetsin”. Refah Partisi’nden sonra “ılımlı” Fazilet Partisi’nin de kapatılmasının arkasındaki temel motivasyon işte buydu. Ancak çok geçmeden anlaşıldı ki...
“Milli Görüş” hareketi ikiye bölündüğünde ortaya “iki eşit parça” çıkmıyor.
Tayyip Erdoğan liderliğindeki parça alıp başını gidiyor, Erbakan’ın liderliğindeki parça ise küçüldükçe küçülüyor.

*

İşte bu andan itibaren derin bir pişmanlık sardı statükocu güçleri.
Ve Erbakan bir tarafa bırakıldı, Erdoğan’ın üzerine abanılmaya başlandı. Siyasi yasaklarla, mahkeme kararlarıyla falan Erdoğan’ın önünü kesmeye çalıştılar.
“Muhtar bile olamaz” cümlesi, o günlerin eseriydi.
Sonuçta “AK Parti” kuruldu, girdiği ilk seçimde tek başına iktidar oldu. İktidar, Erdoğan’a kolayca teslim mi edildi?
Ne gezer?
“Statüko” sonuna kadar direndi ama sonuçta sandığın dediği oldu.
Şunu demek istiyorum:
Erdoğan için her türlü eleştiri yapılabilir. “Tahammülsüz” denilebilir, “yeni bir statüko kurdu” denilebilir, “toplumsal barışı esas almadığına dair işaretler veriyor” denilebilir, “devlet oldu” denilebilir, “özgürlüklerin önünü açmıyor” denilebilir.
Ama “28 Şubat’ın ürünü” denemez. Denilirse fena halde haksızlık yapılmış olur.

SABAH saatleri... Henüz afyon patlamamış. Cep telefonum çalıyor, acı acı...
Açıyorum.
Tekdüze vurgulu gayet mekanik bir ses, başlıyor konuşmaya: “İyi günler efendim, Sayın Ahmet Hakan’la mı görüşüyorum?”
Mekanik sesin tınısını bozmaya çalışan kayıtsız bir ses tonuyla cevaplıyorum: “Buyurun, benim”.
Mekanik ses araya virgül bile koymadan başlıyor anlatmaya:
“Ben falanca bankadan arıyorum. Görüşmemiz kayıt altına alınmaktadır. Öncelikle şunu sormak istiyorum: Hangi isminizle hitap etmemizi istersiniz?”
Otomatiğe bağlamış gibi cevap veriyorum:
“Fark etmez efendim fark etmez.”
Tek düze vurgulu mekanik ses başlıyor anlatmaya: “Süper olanaklarla dolu, saymakla bitmeyen yararları olan en prestijli bilmem ne kartımızı sizin için hazırladık. Hangi adrese gönderelim efendim?”
Meseleyi uzatmamaya çalışan bir inilti yükseliyor benden: “İstemiyorum.”
Mekanik ses istifini bile bozmuyor: “Neden istemediğinizi öğrenebilir miyim efendim?”
Sessizlik. Kavga edecek kadar bile takatim yok. Dudaklarımdan sadece çok saçma bir “bilmiyorum” sözcüğü çıkabiliyor.
Ama mekanik ses kararlı: “Arabanız var mı efendim?”
Yine sessizlik. Üşengeç ama öfkeye hazır bir ses tonuyla soruyorum: “Bunu neden soruyorsunuz?”
Mekanik ses, ikna edecek bir alan yakalamanın hazzıyla müjdeyi patlatıyor: “Süper olanaklarla dolu kartımıza sahip olduğunuzda akaryakıtta süper indirimler sizi bekliyor olacak efendim.”
İçimden “Allah sabredenlerle beraberdir” diyor, dışımdan ise “istemiyorum, istemiyorum, istemiyorum” diye inliyor ve telefonu kapatıyorum.

(Hürriyet)