Fenerbahçe-Galatasaray kavgası bile Panathinaikos-Olimpiakos kavgasına benziyor...
“Nereye derseniz oraya araç göndereyim abi” diyordu...
Madem istedi anlatayım;
Yunanistan’daki tükenişin, bitişin ve iflasın ana nedeni, “insanlar arasında hiçbir şart altında sinerji yaratmasını bilmeyen, insanlar, sınıflar, gruplar ve coğrafyalar arasında sürekli bir ego savaşına dönüşen çatışma kültürüdür...”
‘Nerden çıktı şimdi bu’ diyorsunuz içinizden...
Yunanistan’ı iyi bilenler, Akdeniz’in doğu yakasındaki kültürün, insanlar, sınıflar, partiler, bölgeler ve kulüpler arasında sürekli bir çatışmadan ibardet olduğunu görürler...
Diyalektiğe inananlar çatışmanın toplumları geliştirici özellikler taşıdığını söylerler...
Tez-antitez-sentez üçlemesinin ardına sığınırlar...
Oysa senteze ulaşmayan çatışmalar, Yunanistan örneğinde görüldüğü gibi, topluma sadece olumsuz enerji yayarak bir tür biteviye, monoton ve yaratıcılıktan uzak bir çekişmenin parçası oluveriyorlar...
PASOK ve Nea Demokratia (Yeni Demokrasi) partileri arasında, birbirlerini gırtlaklamak ve devri sabık yaratmaya çalışmak dışında (Katharsis süreci, Yüce Divan’da yargılama prosesi) kırk yıla yakın bir süredir başka hiçbir süreç çalışmadı...
Herkes her şeyle kavgalıdır Yunanistan’da...
Yeni Demokrasi PASOK’la, Panathinaikos Olimpiakos’la, Selanik Atina’yla, öğrenciler polisle, sendikalar hükümetle, Atinalı Kıbrıslı’yla, Makedonyalı Giritli’yle, şehirli köylüyle nihayet Yunanlı Yunanlı’yla hiç bitmemecesine çatışır...
Bu çatışma İonya yarımadasının halihazırdaki halkının ana kültürüdür...
Amaç çözüm değildir...
Amaç çatışmanın bizatihi kendisidir...
Bir sentezi amaçlamaz...
Antagonistik bir çatışmayı hedefler...
Bir kombinasyonun estetiğini içinde taşımaz...
Bir kavganın siyah-beyaz’ından kendine renk yaratmaya uğraşır...
Yunanlı’nın bu özelliği, on milyonluk ülkeyi, on milyonluk bir kavga eksenin içine oturtur...
Yunanlılar çalışmadıklarından, siesta yaptıklarından, tembel olduklarından iflas ediyorlar teorisi, kulağa hoş gelen ancak siyasi ve felsefi olarak boş bir teoridir aslında...
Yunanistan “Çatışmanın her daim gelişme sağlamadığını, diyalektiğin ‘müzmin kavgalarda iflas ettiğini’ gösteren tarihsel bir örnektir...”
Toplumsal çatışmanın enerjisi, eğer bir süre sonra kütlesel sinerjiye dönüşemiyorsa, orada bir uyanıştan değil, bir tükenişten ve bir bitişten söz edilebilir ancak...
Yunanistan bunu anlatan bir örnektir...
Türkiye’de uzun yıllar “öteki kalmış bir kültür ve sınıfsal temsil” on yıldır iktidardır...
Altta kalmış olmanın verdiği olağanüstü enerjinin, son yıllarda Türkiye’yi hizmetin ve ekonominin doruklarına çıkardığı bir gerçektir...
Bu zirvenin idamesi ise, ancak Yunanistan’dakinin aksine “topluma bezginlik veren kronik çatışmaların, antagonistik kavgaların” sona ermesi, sınıflar ve kültürler arası sinerjinin sağlanmasıyla mümkündür...
AKP, sağladığı ekonomik başarıları, toplumsal, siyasal ve sosyal alanlarda devam ettirebilmek için, hızla Yunanistan örneğinden uzaklaşmak zorundadır...
Fenerbahçe-Galatasaray çatışması bile Olimpiakos-Panathinaikos çatışmasına benzemeye başladı...
Türkiye’deki göstericilerle polis arasındaki çatışmaların Yunanistan’a benzemesi, beni geçmişte bir parça mutlandırırdı...
“Türkiye de demokratikleşiyor evhamına sürüklerdi...”
Oysa bu şizofrenik bir evhamdır...
Gerçek olan “Yunanistan’daki gibi bölünmüşlük kültürünün” Türkiye’de galebe çalmaya başlamasıdır...
Türkiye, Yunan örneğini iyi etüt ederek Yunanistan’dan bir an önce uzaklaşmalıdır...
İflastan kurtulmalıdır!..
MAHKUMLAR EŞLERİ VE ÇOCUKLARIYLA BİRLİKTE OLABİLECEK...
Eğer son yıllarda futbol kulübü yöneticisi, gazeteci, general gibi toplumsal katmanlardan tutuklu sayısı artmışsa, bunun bütün olumsuzlukların ötesinde “hayırlara vesile olacak” bazı gelişmelere neden olması gerekirdi...
Tutuklanan gazetecilerin cezaevlerindeki durumla ilgili yazdıklarına bir süre öncesine kadar, bir kesim şöyle eleştiri getiriyordu:
“Gazeteciler tutuklanmadan önce, cezaevlerinin şartları ve durumu daha mı iyiydi de şimdi bunları söylüyorsunuz?.. Bazı gazeteciler tutuklanınca mı bunları söylemek aklınıza geldi?..”
Soru buydu ve ilk bakışta mantıklı görünüyordu...
Oysa cevap zaten bu sorunun kendisinde gizliydi...
Gazetecilerin, generallerin, futbol kulübü yöneticilerinin cezaevlerine düşmeleri aklı başında kimsenin isteyeceği bir şey değil elbette...
Fakat onların cezaevine düşmelerinin, bütün olumsuzluklarının yanına bir olumlu sonuç eklenebilirdi böylece...
Cezaevlerinde on binlerce tutuklu ve hükümlü için “şartlar iyileştirelebilir, yazılanlardan çizilenlerden söylenenlerden cezaevleri toplumsal mercek altına girebilirdi...”
Nitekim bu yönde bazı işaretler gelmeye başladı...
Yeni yargı paketinde mahkumların ayda veya iki ayda bir eşleri ve çocuklarıyla bir arada olabilecekleri aile odalarının oluşturulması uygulaması getiriliyor...
İyi bir düşünce, ancak yeterli değil...
Özellikle tutuklu ve mahkumların çocuklarıyla ilişkileri daha sık ve yakın bir ilişki düzeninde olmalı...
Duygusal nedenlerle değil...
Bizden sonra gelecek kuşağın, bugünkü hayatın olumsuzluklarından asgari düzeyde etkilenmesi için...
O çocukların hayatı tutuklu kalmamalı...
Anneleri veya babaları zaten tutuklu veya hükümlü...
Çocuklar ailelerinin hükmünden, hüküm giyip ceza çekmemeli...
Suçun ve cezanın şahsiliği ilkesi vardır hukukta çünkü...
GÜNÜN ANLAMLI SÖZÜ
İNSANDAKİ BEŞ DUYU ŞARTLANMASI...
“İnsandaki beş duyu şartlanması, ancak maddenin ortaya çıkardığı ses dalgalanmalarını kulağınla algılayıp değerlendirebileceğin, zannını ortaya koyar...
İnsan meselelere daima beş duyu şartlanmasıyla baktığından, bundan başka bir şekil olabileceğini düşünemez...
Halbuki kendini bu şartlanmalardan kurtarmış olarak meseleye baktığında, işitme denilen meselenin ses olmadan da, idrak merkezine ulaşan bir mesaj olarak ortaya çıkabileceğini fark edebilirsin...
İlham dediğimiz şey budur...
Güneş sisteminin düzenli bir şekilde bir noktadan diğer bir noktaya doğru akışına dikkat edelim...
Suyun buhar oluşuna...
Yağmur, kar, dolu oluşuna...
Tekrar maddeye dönüşüne bakalım...
Tohumun bir bitki, ağaç, çiçek, meyve ve tekrar tohum haline gelişine bakalım...
Görülür ki makrokozmozdan mikrozmoza kadar tam bir düzen mevcuttur...
Buna dileyen ‘tabiat kanunu’ desin, dileyen ‘ilahi kanun’, ne isim verilirse verilsin, ortada mutlak kesin olan şey, bir düzenin ve sistemin varlığıdır...
Evrende mutlak bir düzen hakimse, mutlak aklın eseri olarak bundan çıkan sonuç her şeyin yerli yerinde olduğudur...”
HER YENİ FİKRİ ORTAYA ATAN KİŞİ...
“Her yeni fikri ortaya atan kişi, eski fikirler üzerine menfaat binalarını kurmuş kişiler tarafından karalanmaya ve hatta yok edilmeye mahkumdur...
Gerçek şahsiyetlerini bulamamış kimseler, çevrelerindeki kalabalıklarla kendilerini ayakta tutmaya çalışırlar...
Kalabalıkların azaldığını görenler ise eksilmeye başlayan menfaatleri, dolayısıyla o kalabalıkların azalmasına sebep olan kişilerle savaşa girerler ve onları ortadan kaldırmak için akla hayale gelmedik dolaplar çevirerek kendilerini ayakta tutmaya çaba sarf ederler...”
(Ahmet Hulusi’nin Evrensel Sırlar kitabından...)
(Vatan gazetesinden alınmıştır)