İyimserlik, ortada kötü bir durum olmadığını değil; iyiliğin her zaman üstün geleceğine olan inancı ifade eder…
Böylece insana mücadele azmi aşılar… Hayatına anlam katar, heyecan verir…
İnsanların kötümser olması, sadece kendi yaşamlarını iflasa götürmez… Toplumu da aynı noktaya doğru sürükler…
Şu aralar, Ülkemizin iyimser olmaya öyle çok ihtiyacı var ki!...
Memleketin her köşesinde geleceğe umutla bakanların sayısı gittikçe azalıyor…
Sonucun daha iyi olacağına inanan ve bu beklenti içinde hareket eden kaç kişiye rastlayabiliyoruz?
Halka sürekli olumsuzluk pompalayan yayınlar dünyamızı adeta cehenneme çeviriyor…
Pandemi ve sonrasında yaşanan deprem felaketi zaten tüm kimyamızı bozdu…
Bunlar yetmiyormuş gibi; her gün-her gün, abartılmış bir şekilde sunulan kötülük dolu haberler…
Magazin bültenleri bile eğlenceli değil artık!...
Zorluklarla ve kötülüklerle baş edebilmenin tek yolu, onların üstesinden gelebileceğimize olan inancımızdır…
Daha güzel bir dünyanın, daha mutlu bir hayatın bilinçaltına sakladığımız resimleridir…
Fakat, birileri bizi fena oyuna getiriyor!...
Bilinçaltındaki o resimlerimizi bile imha etmeye çalışıyor…
“Godot’yu” beklememize dahi tahammülleri yok!...
Değerlerimizi silaha dönüştürüp, ellerimize tutuşturmuşlar!...
Ve bizi birbirimizle vuruşturuyorlar!...
Bölüp-parçalayarak, sahibi olduğumuz ne varsa üstüne konmak istiyorlar…
Bin yıl önce yaptıkları gibi…
Ancak, o yıllarda at üstünde kılıç sallayarak üzerimize yaptıkları seferler artık kılık değiştirmiş…
Şimdi, akıllı cihazların belleğinde geliyor kafamızı koparacak olan kılıçlar!..
Mesaj kılığına girmiş bu silahlarla;
- Ailemize saldırıyorlar,
- Ahlakımıza, dinimize, hukukumuza, kardeşliğimize, birlik ve beraberliğimize saldırıyorlar…
Peki bu düşmanın askerleri kim; merak eden, gören var mı?
Hemen söyleyeyim; o askerler yabancı değil, bizim öteki yarımız!...
“Ötekileştirdikçe” sayıları hızla artan öteki yarımız!...
Yıllar önce Diyarbakırlı bir öğrencim vardı… Ayaklarından engelliydi, adı Ayşe’ydi…
O yöreden gelenlere, Karadeniz’de kendini yabancı hissetmesin diye, “hemşerim” derdim…
Ayşe’ye de öyle dedim… Özel durumundan dolayı onunla biraz daha fazla ilgilendim…
Bizim Ayşe, derslerde arkadaşlarından mümkün olduğu kadar uzak duruyor; kendi bölgesinden biri varsa sadece onlarla arkadaşlık yapıyordu…
Nihayet mezun oldu…
Ayrılırken yanıma uğradı… Beni de kendisi gibi Diyarbakırlı zannetmiş meğer… Tenim de biraz esmer olunca, öyle düşünmüş garip!...
Ona gösterdiğim ilginin bu yüzden olduğunu düşünmüş hep!...
…
1992 yılı Nevruz Bayramıydı…
Çorum’da yedek subay olarak askerdim… Bayramdan bir gün önce tabur komutanı çağırdı…
Güneydoğu doğumlu yaklaşık yirmi askeri, sabaha karşı Amasya’ya götürmemi istedi…
Diğer askerlerle onları böyle bir günde bir arada tutmanın yanlış ve tehlikeli olduğundan bahsetti!...
Sabahleyin aracın içine bakınca adeta şok oldum:
- Aynı odada konakladığım mesai arkadaşım Şerafettin de sakıncalı askerler arasındaydı!...
Şanlıurfalı Şerafettin ilahiyat fakültesi mezunuydu… Dindar ve sakin bir kişiliği vardı…
Beraber kaldığımız süre içinde Kürtçülük ile ilgili hiçbir lafını duymadım… PKK’ya bakışı bizimle tamamen aynıydı… Tepkiliydi…
Şerafettin’in yüzüne ikinci kez bakamadım!... Utandım… Yerin dibine girdim…
Ancak emir böyle verilmiş… Mecburen o görevi, komutanların istediği şekilde yerine getirdim…
Şerafettin’e yapılan haksızlığın dosyası benim yüreğimde hala açık!...
Kendi içimde o davayı kapatmadım, kapatamadım…
Bugün birbirimizi “ötekileştirdiğimizde”; her iki cepheye de kendi askerlerini konuşlandırmış olmuyor mu o dış güçler?
Bunu anlamak neden o kadar zor?
Neden kendi ellerimizle kendimize bu kötülüğü yapıyoruz?
Siyasi görüş ayrılıklarını niçin bu kadar büyütüyoruz?
İnsanımıza iyimserlik aşılamak yerine, daha kötüsüyle korkutmanın alemi ne?
- Bölücülüğü önleyelim derken, bölücülük yaptığımızın;
- Devleti koruyalım derken, milleti parçaladığımızın;
- Dini yüceltelim derken, dinden soğuttuğumuzun;
- Kazanmaya giderken, kaybettiğimizin;
farkında mıyız?!..