Güya ellerine bir koz geçtiğini düşünen aklıevvellerin hepsi birlik olup şöyle haykırdılar:
“Hrant Dink için Ermeni olanlar! Neredesiniz? Hadi şimdi konuşun bakalım”.
Peki... Konuşalım o zaman:
“Soykırım yoktur” demeyi suç saymak çağdışı bir tutumdur. Düşünce özgürlüğüne darbe vurmaktır. Gerçeklerin ortaya çıkmasına engel olmak demektir. Bağnazlıktır. Kabul edilemez.
Ama yağma yok! “Soykırım yoktur” demeyi suç saymak nasıl düşünce özgürlüğüne aykırıysa ve kabul edilemezse, “soykırım vardır” denmesini suç saymak da aynı şekilde düşünce özgürlüğüne aykırıdır ve kabul edilemez. Fransa’ya haklı olarak özgürlük dersi verenlerin, kendilerini özgürlük açısından gözden geçirmeleri gerekir.
Hrant Dink, öldürülmeden önce Fransa’daki “soykırımı inkâr yasası” girişimine tepki koydu. Şu cümleler ona aittir: “Paris’e gideceğim. Orada Concorde Meydanı’nda bir taşın üzerine çıkacağım ve haykıracağım: ‘1915’te Ermenilere soykırım yapılmamıştır’. O taşın üzerinden ineceğim, Ankara’ya gelecek Güven Park’ta bir taşın üzerine çıkacağım ve ‘1915’te Ermenilere soykırım yapılmıştır’ diyeceğim. Fransa bir kolumdan, Türkiye öteki kolumdan tutup beni hapse sürüklemek isteyecek. Ama ben düşünce özgürlüğünü savunmaktan bir an bile geri kalmayacağım”.
“Hepimiz Ermeni’yiz” demek ile “Yuh olsun Fransa’da o yasayı çıkaranlara” demek arasında zerre kadar bir çelişki yoktur. “Hepimiz Ermeni’yiz” demek, bir aydını Ermeni kimliği nedeniyle katlederseniz karşınızda bizi bulursunuz demektir. “Yuh olsun Fransa’da o yasayı çıkaranlara” diyerek ise düşünce özgürlüğüne sahip çıkmış olursunuz.
Erdemli bir insan mı olmak istiyorsun? O zaman şöyle yapacaksın: O kalleş cinayetin ardından “Hepimiz Ermeni’yiz, hadi bizi de öldürün” diyeceksin... Düşünce özgürlüğü ihlali karşısında ise Paris’in meydanlarında “Soykırım yoktur, hadi bizi de atın hapse” diyeceksin...
Yazdıklarını anında silip yeniden yazma imkânı yok. “Kopyala/yapıştır” hayal bile edilemiyor. Bu imkânların hiçbirini sunmuyor ama buna rağmen daktilo satın almak için para biriktiriyorsun. Of ki of!
“Kendi mecranı kendin yarat” diye bir düşünce akılların ucundan bile geçmiyor. Dergiler var ama dergilerde yer almak için köşe başlarını tutmuş ağalardan icazet almak şart. Aman ki aman!
Biraz liberal, biraz muhafazakâr, biraz solcu takılmak diye bir şey yok. 72 fırka var ve sen o fırkalardan fırka beğenmek durumundasın. İki fırkaya birden asla dahil olamazsın. Öf ki öf!
“Gözleri ıraklara yatırıp mektup beklemek” diye bir şey var... İşin yoksa bekle dur. Yazdığımız bir elektronik postaya cevabın iki saat gecikmesi durumunda bile kendimizde bin türlü sitem hakkı bulduğumuz günler için şükürler olsun...
Kazakları pantolon içine sokmak... Saçları arkadan alabildiğine salmak... Vatka denilen kâbusu ceketlere yaşatmak... Amerikan kotunun peşinden koşmak... Kısacası: Bir daha asla!
Teğmenlerin toplumun en havalı tipleri olduğu, generallerin insanüstü varlık sayıldığı, Refah Partisi’nin her girdiği seçimden şahane mağlubiyetler aldığı, “Siz Atatürkçü iseniz ben Atatürkçü değilim” cümlesinin en muhalif cümle sayıldığı bir siyasi ortam... Kısacası Allah yazdıysa bozsun.
ADALET Bakanı Sadullah Ergin’le CNN Türk’te “Tarafsız Bölge”de bir araya geldikten sonra bir kez daha anladım ki:
Üslup çok şeydir!
Düşünün:
Karşımızda Adalet Bakanı olarak Sadullah Ergin değil de mesela İdris Naim Şahin olsaydı?
Hafazanallah! Hafazanallah!
Sadullah Ergin memleketin en netameli, en tartışılan, en şikâyet edilen alanında hizmet verdiği halde...
Üslubuyla, tarzıyla, tutumuyla...
En azından netameli durumları arttırmıyor, tartışmaları içinden çıkılmaz hale getirmiyor, gol atmaya ve üste çıkmaya çaba göstermiyor.
Bunun yerine...
Yine en azından anlamaya çalışıyor, en azından “demokratik çerçeve”yi kendisi için bağlayıcı kabul ediyor, en azından ortadaki soruna “sorun” demekten çekinmiyor.
Bu durum da...
Adaletin tesisi açısından bir umudun diri tutulmasına küçük de olsa katkı sunuyor.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in bu tutumunun, genel gidişatı tersine çevirmeye yetmeyeceğinin elbette farkındayım.
Söylemek istediğim şudur: Adalet Bakanı koltuğunda İdris Naim Şahin tipi bir politikacı yerine Sadullah Ergin tipi bir politikacının oturması bir şans.
Özellikle de AK Parti hükümeti için...
Umarım aynı şans, toplum için de geçerli olur.
Doğru bildiği yoldan hiç şaşmayan bir büyük cesareti katlettiler.
İşin içine kan bulaştırarak fikirlerin alabildiğine tartışılmaya başlandığı ortamı katlettiler.
İslamcılar ile Kemalistler arasındaki zaten hayli gevşek olan diyaloğu katlettiler.
Katillerin yakalanabileceği umudunu katlettiler.
Devletin verdiği namus sözlerini katlettiler.
Derin yapıların ortaya çıkarılma ihtimalini katlettiler.
Cinayet mühendisliğinin işe yaramayacağı anlayışını katlettiler.
KAROLİN Fişekçi adlı arkadaşın yaptığı açıklamalara bakarak Orhan Pamuk’a çokça saydırmışlığım vardır.
Ancak...
Orhan Pamuk’un avukatları aracılığıyla yaptığı “Karolin Fişekçi denilen şahısla irtibatım yoktur” açıklamasının ardından...
Karolin Fişekçi denilen şahsın takındığı tutumu gördükten sonra...
Safımı seçtim:
Ben bu ihtilafta “Orhancı”yım.
Eğer Karolin Fişekçi, Orhan Pamuk’un “Karolin’le bir irtibatım yoktur” açıklamasına “asıl benim onunla irtibatım yoktur” şeklinde üst perdeden bir karşılık verseydi, verebilseydi...
Hiç düşünmem, hemen “Karolinci” olurdum.
Ancak Karolin...
Kanırtmaya, sergilemeye, şova, tepinmeye devam etti.
Dahası...
Yasin Hayal’in “Orhan Pamuk akıllı olsun akıllı” çıkışına benzer “Orhan Pamuk delikanlı olsun delikanlı” çıkışı yaptı. Bu durumda da bize “Orhancı” olmak dışında bir seçenek bırakmamış oldu.
Sorry Karolin!
DİYELİM ki bir yazar...
Yılın 364 günü...
“Siz çok iyisiniz / Devrim yapıyorsunuz / Allah sizi başımızdan eksik etmesin / Çok yaşayın / Partiniz bu devletin başına konmuş talih kuşudur / Resmi kaleleri birer birer yıkıyorsunuz” diye yazdı durdu...
Yılın sadece bir gününde de...
“Yoksa AK Parti Ankaralılaşıyor mu ne?” diye bir şeyler karaladı...
İşte bu karalama, o yazara “sen bittin oğlum” muamelesi çekilmesi için yetip de artıyor bile...
Elbirliğiyle giydirmeye başlıyorlar o yazara...
Mavi gökyüzünü ona dar ediyorlar.
Akaretler’deki “Kalamata”da şahane bir Coşkun Sabah gecesi yaşadıktan sonra şunları söyleyebilirim:
Ekranlardan tanıdığımız Coşkun Sabah ile sahnedeki Coşkun Sabah arasında fark var: İkincisi çok daha sempatik.
Sahnedeki Coşkun Sabah kesinlikle durgun, kasıntı ve mübalağalı değil. Seyirciye öyle bir gaz veriyor ki eşlik etmemek ya da kayıtsız kalmak imkânsız.
Şöhreti biraz geride kalmış dev sanatçıların inanılmaz kaprisleri, kompleksleri falan oluyor. Coşkun Sabah’ta bunların hiçbiri yok.
Ben daha çok icracı yönünü biliyordum, meğer Coşkun Sabah’ın “Anılar” şarkısı dışında da müthiş besteleri varmış. Mesela “Baharı bekleyen kumrular gibi” de onun bestesiymiş.
Bazılarına çok itici gelen elektro udu öyle bir çalıyor ki önünde saygıyla eğiliyorsunuz. Flamenko bile çalıyor. Daha ne olsun!
Bestekârlar, sadece kendi bestelerine odaklanmaya hevesli olurlar. Coşkun Sabah bu açıdan da farklı: Sarı Gelin’i de söylüyor, “Ey buti nev eda”yı da...
Coşkun Sabah’a modası geçmiş bir sanatçıyı nostaljik duygulara gark olarak dinleme hevesiyle gitmiştim. Çıktığımda sadece hatıraları yâd etmiş olmadım. Yepyeni bir sanatçının aşırı enerjik performansına da tanıklık etmiş gibi oldum.