En büyük asker bizim asker...

‘Kodum mu oturturum çağı’ son temsilcisi ve büyük önderi Recep Tayyip Erdoğan için sıkıcı günler başladı. Bir süredir iş ciddiye bindi ve savaş artık kapıyı çaldı. Haydi bakalım sıvayın kolları, buyurun er meydanına!

 

‘Er Meydanı’ bir kavram. Çok itibar etmediğim bir delikanlılık raconunun söylemi. Delikanlılık meselesi de ayrıca tartışılır bu günlerde ya, neyse… Bilek gücüyle her şeyin halledileceğine inananlar için esaslı bir sınavdır. Çıkarsın er meydanına, karşına da alırsın rakibini, eğer sırtını yere getirirsen kazanırsın, yok eğer gücün yetmezse de adama ‘bükemediğin bileği öp’ derler. Artık o günlerde değiliz. Ateşli silahlar çıktı, mertlik bozuldu!

 

Ateşli silah güç dengesini değiştirdi. Artık düşmanın gözünün içine bakmak ya da soyluluk göstergesi sayılan düello daveti falan hak getire. Her türlü bomba, tank, top, tüfek, uzaktan gözetleme araçları, pilotsuz uçaklar, uydu görüntüleri akla gelirse, say sayabildiğince! Öyle delikanlı gibi, er meydanında dövüş yok. Alabildiğine hainlik söz konusu… Alçaklık, utanmazlık!

 

Alçaklık ve utanmazlık deyince, insan elinde olmadan uygar alemin kitle iletişim araçlarını düşünmeden edemiyor. Önce psikolojik harp hazırlıkları yapılıyor, ardından da iletişime geçiliyor. Gerçeği çarpıtma merkezlerinde düşmana dilenen biçim veriliyor, ardından bangır bangır televizyon, internet sosyal medyada fotoğraf paylaşımı sağlanıyor. Anlayacağınız, birinin elini kolunu bağlıyorlar, sonrada karşısına geçip, kum çuvalı gibi dövülmeye başlanıyor.

 

Kum çuvalı deyince, ilginç bir araçtan söz ediyoruz. Dev gibi, hantal ve kendi başına hareket etmesi olanaksız içi kum dolu bir çuval işte! Bir halkı bu konuma düşürmek en büyük aşağılama. Yaşamdan izole etmek, kaynaklarını sınırlamanın ardından, toprağını ve tüm varlığını ele geçirmek için kurgulanan bir yöntemin adı işte. Elbette kum çuvalıyla antrenman yapmak bir sporcu için iyidir iyi olmasına da, bir sahici maç vardır, boyunun ölçüsünü öyle alırsın. Bazen, bazı adamları kum çuvalı önüne dikerler ve onu dövmesini seyreder ve alkışlarlar. O adam kendini kabadayı sanır, dünyayı ben yarattım, der, babalanıp, durur… Kukla olduğunu farkında değildir, gün gelir gerçek maça çıkmak gerekir, bu sefer iş karışır…

 

Kuklanın kişiliği olmaz. Elini, kolunu sahibi hareket ettirir. Düşüncesi ve duygusu yoktur. Sahibi nasıl isterse öyle davranır, öyle görünür. Kuklalar iyice yakından bakınca korkutur insanı. Sahici gibi bakan gözleri vardır, ama duygu belirtmez. Elleri vardır, sıkılmaz. Kucaklamak, saçını okşamak ve en fenası konuşmak olanaklı değildir. Hakkında bir fikir/bilgi edinmek istediğinizde hep ipi kimin elinde onu arasınız, ona sorarsınız.

 

İp deyince, kimi zaman bir ipte iki cambaz oynamayacağı için çıkar savaşlar, çoğu zaman böbürlenip kendini meydana atan diktatörlerin işi bitince ipi çekilir. Bir de ipsiz sapsız olmak hali vardır ki, o da pek belirsiz bir durum doğurur. Kuşku uyandırır. Herkes ihtiyatla bakar ona. Giderek ciddiye alınmaz.

 

Ciddiyet işin başı elbet! İnsan yaşamından söz edince dikkatli olmak gerek. Herkesin elinde kalem, mikrofon, koca sıfatlı kartvizitleri var… Savaşı beyaz perdede, derken televizyon ekranında izleye izleye alıştı ahali. Şimdilerde bilgisayar oyunu olarak da hizmetimizde! Lakin can yanınca işin oyun olmadığı anlaşılıyor. Memleketin dağlarına gitmiş gencecik çocuklar, gelip düz ovada kardeşlerini vuruyor. Ardından da o kardeşleri düşüyor peşlerine, onlar da bu kez dağa doğru koyuluyor yola, yüzünü bir kez görmediği, sesini bir kez duymadığı ve aslında öz kardeşi olduğunu da bilmediği diğerlerini vuruyor!

(BirGün gazetesinden alınmıştır)