Üniversitenin son yılında abimler İstanbul’a taşınmaya karar verdiler. İstanbul’da kayınbabasının tekstil atölyesine ortak oldu. Ben de onlarla kalmak üzere yurttan ayrıldım ve üniversitenin son yılını abimlerde geçirdim. Zaten abimlerde kalmaya çok alışkındım. Lise yıllarında, abim işi gereği sürekli şehir dışında olduğu için, ben zaten onun evinde kalırdım. Onlar gelince çok rahatladım.
İlk geldiklerinde abim ile yengem yalnız geldiler. Evi hazırladıktan sonra da bana gidip Antep’ten yeğenlerim Buket ve Erkan’ı getirmemi söylediler. İkisi de gözümün nuru. Buket ilk göz ağrımız, elimizde büyümüşler. Yengem çocukları araba tutar diye bana bir mide bulantısı hapı vermişti. Otobüsle yola çıktık. 14 saat sürüyor. Bir çocuk için ömürlük bir yol. Onların da yüreği göğsüne sığmıyor. Çok rahat bir yolculuk yaptık. Molalarda kalkıp bir şeyler atıştırıyoruz, geri kalan bölümde çocuklar tamamen uyuyorlar. Eve gittiğimizde çocuklar sersem gibiydi. Yengem: ‘ne oldu bu çocuklara niye bu kadar sersemler’. diye sordu. ‘Sen bunlara ilaç vermedin mi?’ dedi. Vermez olur muyum? Her molada ilaçlarını verdim’ dedim. Meğersem ölçüyü kaçırmışım ve çocukları sürekli uyutarak paket olarak götürüp annesine babasına teslim ettmişim. Yıllar olur yengem halen hatırlayınca söylenir.
Abimlerde kaldığım dönemde oldukça rahat ettim. Abim baba yarısı. Sakin ve dingin haliyle rahat etmem için her şeyi yapıyor evde. Her şey ders çalışabilmem için özenle yeniden düzenleniyor. Yengem ve abim yoğun bir şekilde atölyede çalışıyorlardı. İşlerin sık olduğu dönemde ben de gidip onlara yardım ediyordum. Atölyede iç çamaşırı dikiliyor. Ben de bazen onları katlıyor, çamaşırları press ile ütülüyor ve ambalajını yapıyordum, böylece siparişleri yetiştiriyorduk. Bazı zamanlar gece saat 2/3’e kadar çalışıp siparişleri yetiştirmeye çalışıyorduk. Abim aslında işten hiç anlamıyordu ama yengem iyi makinacı. Çok geçmeden o da işinde uzmanlaştı. İngiltere’ye göçene kadar da tekstil işine devam etti.
Atölyede çalışanların büyük çoğunluğu çocukluğundan beri bu iş yapıyorlar, dolayısıyla işe çok alışkınlar. Atölyenin gülü ise Ali. Biraz öğrenme güçlüğü de olan genç bir çocuk. Orada olmaktan çok mutlu. Ailesinin maddi durumu iyi değil. Abimler biraz da katkı olsun diye tutuyorlardı. Ben yardıma gelince hemen bana yakın bir yere konumlanır laf atmaya başlardı. Biz çamaşırları katlarken, bazen kendisi ile yarış yapardık; kolasına. Çok heyecanlanırdı. Ama en büyük kaygısı, kimin birinci olacağıydı. Yarışa başlarken bana sorardı; ‘ikinci gelen mi birinci olsun, birinci gelen mi birinci olsun?’. Ben hep ikinci gelen birinci olsun derdim. Ama her durumda yarışmayı ben kazanırdım ve kolaları her nasılsa, yine ben ısmarlardım.
Üniversite yılları bize aydınlanma ve dünyayı yorumlamada ciddi bir kılavuz oldu. Bir anda hayatınıza Kante, Marx, Karl Poper, Jean-Jacques Rousseau, Eflatun, Montesquieu, Aristo gibi dünya düşünce akımının temel taşı olmuş filozoflar giriyor ve yazılarından dünyayı anlamaya çalışıyorsunuz. Dünya klasikleri ile tanışıp hızlı bir şekilde gecikmişliğin verdiği bir pişmanlıkla okumaya başlıyorsunuz. Öyle ya, artık aydın olma sorumluluğu var omuzlarınızda. Üniversite ortamı size bu sorumluluğu yüklüyor. Daha iyi eğitilmiş ailelerden gelen öğrenciler tabii ki bir çok klasik eserle daha erken tanışmışlar. Onlarla eşit fırsatlara sahip olmamışız. Okul yılları biraz da ilklerin yıllarıdır. Okumanın ötesinde arabesk ruhunuzun da evrensel sanatla arındırılma sürecine giriyorsunuz. Düzenli tiyatro oyunlarına, bale, opera, klasik müzik konserlerine gitmemek artık ayıp sayılıyordu. O dönemde oldukça çok etkinliğe katılma fırsatım oldu. Sınıf geçmek için yaptığımız eğitimin dışında, yaptığımız ek etkinlikler ve çalışmalar eğitimimizin önemli köşe taşlarından birisi olmuştur.
Okul hayatında, çalışma süreçlerini, insan ilişkilerini, genel eğitimin bir parçası olarak gördüğümden dolayı bunları anlatma ihtiyacı duyuyorum. Eğitim çocuğun okulda aldığı notların toplamı değildir. Günümüzde, bir çok aileye baktığınızda, çocuklarının başarısını sınavlarda alacağı notlara göre ölçerler ki Türkiye’de bütün eğitim sistemi bunun üzerine kurgulanmıştır. Oysa, hayat o sınavlardan çok daha büyük ve uzundur. Bu nedenle ben hayatımda okulda gördüğüm derslerin dışında yaptığım çok şeyin yararını görmüşümdür.
Çocukluğumda oldukça utangaç ve silik bir yapım vardı. Bazen misafirler bize geldiklerinde altı kardeşin içerisinde beni komşunun çocuğu sananlar bile olurdu. Hatta ailece yemek yediğimizde, bazen annem beni mutfakta ağlarken görür ve ‘babam sofrada olduğu için karnımı doyuramadım’ diye annemden tekrar yemek isterdim. İlkokul yıllarımda aslında çok başarılıydım. Ama okulda derslerinde başarılı olmamın benim özgüvenimin ve sosyal ilişkilerimin gelişmesine, kendimi ifade etme yeteneğime hiçbir katkısı yoktu.
Ortaokul yıllarında katıldığım bir okul voleybol seçmeleri benim hayatımın dönüm noktalarından birisi olmuştur. Voleybol takımlarının antrenmanlarını seyrederken öğrendiğim birkaç şeyi uyguladığımda, beden eğitimi öğretmenim Hasan Arda (minnetle anarım) beni okulun voleybol takımına aldı. Sadece beni takıma almadı, adeta gel senin hayatını tepeden tırnağa değiştirelim dedi.
Okuduğum Kayseri Aydınlıkevler Ortaokulu spor branşlarına çok önem verirdi. Antrenmanlarda başarı sağlayıp takıma girmeyi başardım ve daha sonra kaptanlığa yükseldim. Aynı yıl hentbol takımına da girdim ve onun da kaptanlığını üstlendim. Sessiz, silik, kendine güveni olmayan, kendini ifade edemeyen bir çocukken birden bire okulun gözdesi, takımın kaptanı olmak, başaşağı duran bütün karekterimi ayakları üzerine oturttu.
Bana ‘hayatının dönüm noktası nedir?’ diye sorsalar hiç tereddütsüz okul voleybol takımına girdiğim günü söylerim. Düşünsenize, kapalı spor salonunda maça çıkıyorsunuz ve siz kaptansınız. Okul bu maça çok önem veriyor ve maç saatinde okulun neredeyse tamamını getirip salona dolduruyorlar. Bütün okul sizi seyrediyor. Okula döndüğünüzde artık ayaklarınız yere basmıyor ve herkeslerin bakışı üzerinizde okulun içerisinde geziyorsunuz.
Benim kaptanlığımda hentbol takımımız iki sefer Kayseri şampiyonu oldu ve Türkiye elemelerine katıldık. Özellikle Kırşehir’de katıldığımız liseler arası Türkiye Hentbol Şampiyonası’nı hiç unutamam.
Türkiye’nin her yerinden şampiyon takımlar gelmiş. Tabii büyük şehirlerde genellikle Ted Koleji, Vahide Baha Pars Ortaokulu gibi özel okullar var. Onlar otellerde kalıyorlar. Biz Kırşehir öğretmen okulunun yurdunda kalıyoruz. Yıl 1978/79. O dönem Kırşehir Öğretmen okulu solcu öğreticilerin denetiminde. Bizim özel okullarla yaptığımız karşılaşmalarda tribünleri doldurup bize destek veriyorlar.
Aslında, diğer il şampiyonu okulların çapıyla karşılaştırıldığımızda, tabii ki onlar bizden bir gömlek üstün. Turnuvada son maçımız geçen yılın Türkiye şampiyonu Vahide Baha Pars ile, şampiyon olmak için bizi yenmeleri şart. Onların oyuncuları fiziki olarak bizden daha iyiler ve çok iyi teknikleri var. Zaten takımın çoğu da yıldız milli takımında oynuyormuş. Biz o maçı 14/13 kazandık. Şampiyon olamadılar. Vahide Baha Pars kız takımı türibünlerde ağlıyor, erkek takımı sahada yerlerde. Bizim attığımız 14 golün 13’ünü ben tek başıma attım. Kenarda hocaları kuduruyor: ‘tutun şu çocuğu’ diye bağırıyor. O yıl Vahide Baha Pars şampiyon olamadı ama ben turnuvanın gol kralı oldum.
Bu, spor yaptığım dönemler bana hem disiplini, çalışarak başarabileceğimi hem de ekip çalışmasını, başkasından öğrenmeyi ve öğretmeyi, kendine güvenmeyi öğretti. Bu nedenle eğitimde okulun dışında başka aktiviteler yapılmasının çocukların gelişiminde oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.
Spor, bütün ömrüm boyunca sosyal ilişkilerimin gelişmesinde, kendimi ifade etmekte ve yaşamımı inşaa etmemde oldukça yararlı olmuştur. Daha sonraki yıllarda, İngiltere’ye geldiğimde de burada iki tane futbol takımı kurup, onları çalıştırıp, ayrıca Türk Dostluk Ligi adı altında bir ligin kuruluşunda yer alıp 300-400 gencin spor yapmasını sağlama fırsatım olmuştu.
Üniversite yıllarında da okul eğitimi sadece yönlendirici temel bilgiler verir. İlk Üniversite’ye başladığımda Siyaset Bilimi kitapları beni altüst etmişti. Bunca yıl Türkçe okumuştum ama bu kitaplardaki kavramlar günlük hayatımda hiç bilmediğim kavramlardı. Bu kitaplarda soyut, somut, nesnel, öznel, objektif ve subjektif gibi kavramların anlamını öğrenmekle başladık işe. Hiç bilmediğim düşünürler, felsefe, siyaset, ekonomi ve hukuk alanında iz bırakmış bir çok insanın görüşleri ile hayatı sorgulamaya başladım. Okul bu düşünürlerin genel çizgilerini verir. Ders aldığınız hocaya göre de bu düşünürlerin görüşleri üzerinden de sizin dünya görüşünüz şekillendirilir. Örneğin Marx’ı sevmeyen hoca Marx’ı iki paragrafla anlatırken, dersinin önemli bir kısmını Marx eleştirisine, örneğin Karl Poper’e ayırır. İşte burada sizin konu hakkında alt yapınız olursa, değişik kaynaklardan konuyu inceleyip kendi sentezinizi çıkarabilirsiniz. Kendi alanlarında iz bırakmış, bir çok insanla tanışırsınız ancak bunların daha derinden analizi biraz kişisel çabayla yapılabilir. Bu nedenle, okul eğitimi hiçbir zaman tam eğitim değildir. Okulun rehberliğinde edinilen bilgilerin günlük hayata uyarlanması, bunların daha derin araştırılması, kişinin yaşam biçimini, dünyaya bakışını, problem çözme yetenegini, yaşamı algılama kapasitesini geliştirir.
Belki de kendime yapabileceğim en büyük eleştiri, üniversite yıllarımda çok değerli hocalarımdan aldığım bilgileri, sadece sınavları geçmek için değerlendirmiş olmam ve onları daha derinlemesine incelememiş olmamdır.
Okul yıllarında bazı hocaların, ilgi alanlarının gelişmesinde, tercihlerin belirlenmesinde, dünyayı yorumlamada oldukça büyük etkisi olur. Bazı hocalarınız, uzmanlaştıkları alanın derin bilgisinin yanı sıra, bu bilgiyi öğrenciye aktarmakta da öğrencinin bu alanda ilgisini yükseltmekte de oldukça başarılıdırlar. Dikkat edin hepimizin eğitim hayatında bizi çok etkileyen öğretmenlerimiz vardır. Ama okul yıllarında ismi büyük bir çok profesörün derslerinde, yıllarca önce yazdıkları eskimiş kitapları kelime kelime tekrar ettiklerini de gördüm. Bu hocaların derslerine hiç girmedim. Çünkü öğrenciye derste çok şey katmadıklarını düşünüyordum.
Geçenlerde Zülfü Livaneli’nin Sunay Akın ile yaptığı çok güzel bir röportajı dinlemiştim. Zülfü Livaneli Ted Koleji’nde okurken geceleri yatağının altına ışık koyup sabahlara kadar kitap okuduğunu söylüyor. O dönem Ted Koleji’nde tam yedi tane zayıf dersi varmış. Yıllar sonra bu dönemde, okuldan bağımsız okuduğu kitapların hayatına nasıl yön verdiğini anlatıyor. Belki de Zülfi’yi bugün dünyanın en değerli yazarlarından birisi yapan, okul dışı eğitimi olmuştur.
Çocuklarımla eğitim konusunda konuşurken de başarılarının ölçütünün sınav sonucu olmayacağını, günlük hayattaki insan ilişkileri, vicdanları, aile ilişkilerininin nasıl olduğu, arkadaşları ile ilişkileri, dünyaya karşı sorumluluk duyguları, günlük hayatı izleyip izlemediklerinin de önemli bir eğitim ölçütü olduğunu söylerim. Örneğin, ortaokulu bitirme sınavlarına hazırlanan kızım, oldukça stresli ve mümkün olduğunca sınavlardan iyi not almak istiyor. ‘Peki alamazsam ne olacak?’ diye soruyor. Biz ona hep şunu söyledik; ‘bizim ölçümüz senin sınavlardan aldığın not değil, senin gerekli çabayı gösterip göstermediğindir. Sen gerekli çabayı gösterip, bu sınavda iyi not alamazsan bile başarılısın, ölçütün bu olmalı’ diyoruz. Sürekli onlara ‘okulda gördükleri eğitime verdikleri değerle, diğer alanlardaki faaliyetlerine, hareketlerine ve ilişkilerine eşit önem vermeleri gerektiğini söylüyoruz. Bir insan vicdanlı yetişmemişse, insanlarla kötü ilişkileri varsa, bencilse, dünyaya, çevresine sırtını dönmüşse, matematikten yüksek not almasının tek başına yeterli olmadığını anlatıyoruz.
Burada amaç okul eğitimi ile okul dışı eğitimin iç içe geçmesinin gerekliliğini vurgulamak. Ayrıca okullar, resmî ideolojinin, dinin, tarihin ve ahlakın cocuklara daha küçük yaşta aşılandığı kurumlardır. Örneğin, tarihi bir savaşı okul eğitiminde nasıl öğrettikleri ile savaşın diğer tarafının, ülke eğitim programında nasıl okutulduğuna bakılırsa nasıl çarpıtıldığı çok açık görülebilinir. Tarihte savaşların, dinlerin yayılma amaçlarının, tarihi materyalizmin ışığıyla bakıldığında asıl nedeninin, talan, sömürü, kaynak devşirme olduğunu görürsünüz. Aslında her savaşın nedeni ekonomidir. İşte tarihi materyalizm okumamışsanız ve tarihe o gözlükle bakmazsanız her hikayeyi yersiniz. Sadece tarihi değil, bugün ki olaylar, Suriye, Libya , Kıbrıs için anlatılanları kendi stratejik çıkarınız olarak görmeye başlar ve milyonlarca insanın göçe, sefalete ve ölüme sürüklenmesini doğal karşılamaya başlarsınız.
(acikgazete.com)