İSTANBUL (AA) - ÜMİT AKSOY - Mimar Kerem Piker, Türk mimarlığına ilişkin, "Bu topraklarda yaşayanlar mimari olarak özgün bir sentez üretmiştir çünkü onlar bu coğrafyanın insanıdır zaten. Elbette bunun tüm zamanlar için iyi ve nitelikli bir mimarlık olduğunu söylemek zor. Zira iyi ve nitelikli mimariyi sağlayacak birçok koşul vardır ve yerel unsurlar bu koşullar içerisinde hiç de azımsanmayacak kadar önemli bir yer tutmakla birlikte tek başına yeterli değildir." dedi.
Türk mimarlığının serüveni, mimarlığın pratik yansımaları ve mimari sorunlara ilişkin çözüm önerilerini AA muhabirine anlatan Piker, mimarlık pratiğinin gündelik meseleler üzerinden kendini var ettiğini ve mimarların kendisini toplumdan ayrı düşünemeyeceğini söyledi.
Türk mimarlığı kavramsallaştırmasının, kimlikten ziyade coğrafya üzerinden ortaya çıktığını fakat bununla sınırlı kalmadığını belirten Piker, kavramın sınırlarını, yaşantı ya da yaşantılar üzerinden ortaya koymanın daha anlamlı olacağını belirtti.
Kerem Piker, Türk mimarlığının iklimle şekillendiğine dikkati çekerek, "Böyle bakıldığında, rüzgar, güneş ve elbette gölgeyle kapalı mekanlardan ziyade açık ve ara alanlar ile kendini tanımlamış Akdenizli bir mimarlıktan ve o mimarlığın, kıyının bizim tarafındaki özgün yorumlarından, bunun yanı sıra Kuzey Anadolu, Doğu Anadolu ve Mezopotamya mimarlığından bahsetmek mümkündür. Bunlar, Türk mimarlığı denilen bir şemsiye kavram varsa, onun bileşenleridir." diye konuştu.
Çağdaş yapım teknikleriyle kentleşme sürecinde unutulan bu kültürün, yoğun ve hızlı yapılaşma baskısıyla özgün niteliğini sürdüremeyerek kaybolduğunu kaydeden Piker, şu bilgileri verdi:
"Hiç şüphesiz bu sadece bize özgü bir sorun değil. Zira nasıl geleneksel Alman mimarisini, modern Alman mimarisinde bulmak o kadar kolay değilse, benzer kopuşları bizim mimari sürecimizde bulmak da oldukça zordur. Biz de bu süreçleri tecrübe ettik. Bu durumlar, sadece mimarlığın problemi de değildir üstelik. Mimarların, kendi disiplinleri içerisindeki çok katmanlı bu zor soruna çözüm üretmesi ne kadar gerçekçidir, epeyce tartışılır. Ancak yine de bunu dert edinmiş bağlamsalcı tutumların ve özgün arayışların, kentlerin yoğun örüntüleri içerisinde cılız sesler olarak kalsalar dahi var olduklarına tanık oluyoruz. Mimarlığın serüveni içerisinde bildiğimiz, gördüğümüz ve üzerine fazlasıyla konuştuğumuz önemli yapıların pekala büyük ve yoğun kentler içerisinde üretilmiş tekil yapılar olduğunu ama etkilerinin hiç de azımsanmayacak kadar güçlü bir anlam ifade ettiğini de kabul etmek gerek. Dolayısıyla mimarlığın yer ve yaşantıyla kurduğu ilişki hala son derece önemlidir ve bu durumun geleneksel mimarlıktaki ipuçlarını bulmak mümkündür. Bu topraklarda yaşayanlar mimari olarak özgün bir sentez üretmiştir çünkü onlar bu coğrafyanın insanıdır zaten. Elbette bunun tüm zamanlar için iyi ve nitelikli bir mimarlık olduğunu söylemek zor. Zira iyi ve nitelikli mimariyi sağlayacak birçok koşul vardır ve yerel unsurlar bu koşullar içerisinde hiç de azımsanmayacak kadar önemli bir yer tutmakla birlikte tek başına yeterli değildir."
Piker, Türk mimarlığının modern dönemde yaşadığı kırılmalara işaret ederek, "Birinci kırılma, mimaride bütün dünya ile eş zamanlı yürüyen modernist arayışların, Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatının ardından sekteye uğraması olmalı. Bu dönüşümün en tipik ve görünür örneği, Şevki Balmumcu'nun son derece zarif ve duyarlı bir modernizm örneği olan Ankara Sergi Evi yapısının, Alman mimar Paul Bonatz tarafından oryantalist bir opera binasına dönüştürülmesidir diyebilirim. İkinci büyük kırılma, İstanbul ölçeğinde yaşanan, Menderes yıkımlarıdır diye düşünüyorum. Kentin en değerli kesimlerinde, özellikle Haliç kıyılarında bu denli tahripkar bir müdahale olmasaydı, şehir nasıl dönüşürdü, insan düşünmeden edemiyor." dedi.
Üçüncü büyük kırılmanın 1980'li yıllarda yaşandığını kaydeden Piker, şöyle devam etti:
"Üçüncü kırılma, 1980'li yıllardaki köyden kente göç ile tetiklenen ve İlhan Tekeli'nin 'ucuz kentleşme' diye ifade ettiği, hızlı ve altyapısız kentleşme sürecidir ve aslına bakarsanız bu süreç halen de devam etmektedir. Kentlerin, ekonomik dönüşüme ayak uydurmak için yeterli altyapı yatırımları gerçekleştirilmeden, plansız ve programsız bir şekilde büyüme ve metropolleşme süreci, başta bugün karşı karşıya olduğumuz deprem yıkımları riski olmak üzere, çok daha büyük bedellere mal olacak niteliktedir.
Bu süreç devam ederken yaşanan ve özellikle 2000-2012'de tanık olduğumuz, inşaatla büyüme modeli ise bütün olumsuzluklarına karşın içerisinde özellikle mimarlık mesleğinin büyük ölçekli uygulamalarına imkan vermesi, inşaat sektörünün pek çok aktörü gibi mimarlık ofislerinin de dünyadaki standartlara uygun üretim modellerini özümseyerek bir anlamda kalibre olabilmesi açısından dikkate değer diye düşünüyorum.”
- "Mimarlığı bir mekan algısı ile sınırlandırmamaya gayret ediyorum"
Piker, mimarlığı, mekan algısı ile sınırlandırmamaya gayret ettiğine dikkati çekerek, "Yaşadığım dünya ile nasıl bir ilişkim var?" sorusunun, mimariyle kurduğu ilişkiyi ifade eden önemli bir mesele olduğunun altını çizdi.
Mimari yapıların üretildiği zamana, muhafaza edilme, dönüştürülme ya da yeniden yorumlanma biçimlerine dair tanıklık ettikleri ortama ilişkin kültürel kodlar taşıdığını söyleyen Piker, "Mimariniz neyse aslında siz de osunuz. Yüzeysel bir mimarlığınız varsa, bazı konularda derinleşemediğiniz içindir. Yeniyi reddeden, eskiye sıkı sıkıya bağlı bir topluluksanız, böyle bir mimarlığa değer verdiğinizi gördüğümüzde şaşırmayız. Yüksek presizyona sahip, incelikli detaylarla tamamlanmış yapılar, tesadüf değildir ki bu tür üretimlerle kendisini var etmiş, bu hassasiyeti sanayileşme ölçeğine kadar taşıyabilmiş toplumlarda var olabilir. Benim bu çeşitlilikle ilişkim ise öğrenilmiş bir çaresizlikten ziyade, var olan kültürlerin ortaya koyduğu kıymetlerin hepsinden bir şeyler öğrenmek ya da en azından bu farklılıkları anlamak ve yeniden yorumlamak yetisi geliştirmek üzerine kurulu. Böyle olduğu içindir ki mimarlık kültürünü sadece coğrafya ile sınırlandırmadan, evrensel kültürün bir parçası olarak benimsiyorum, kendimi de bu kültürün içerisinde var etmeye çalışıyorum." değerlendirmelerinde bulundu.
Mimar Piker, klasik bakışın, bir mimarlık ürününün esere dönüşme ihtimali ve eserin kalıcılığı üstüne inşa edildiğini kaydederek, şöyle devam etti:
"İçinde bulunulan dünyada, mimarlık üretimi için geçiciliğin mi yoksa kendi varlığını bulunduğu yere dikte eden tahripkar bir kalıcılığın mı daha kıymetli olduğu son derece tartışmalı bir konudur. 21. yüzyılın yapısı nedir? Yaşadığımız hayatta dünyaya en az zararı veren, sözgelimi daha az tüketen, bulunduğu coğrafyayı alaşağı etmeden, olabildiğince az müdahale ile onun içerisinde var olabilen yapılar benim için daha kıymetlidir. Boğazın üzerinde hafifçe yerleşmiş ahşap konut yapıları gibi kırılgan strüktürler, kendilerini eser olarak niteleyen pek çok anıtsal yapıdan belki de daha anlamlıdır. Benim için kalıcılık, kendi varlığını bulunduğu mekana dikte etmektir ve bu fazlasıyla problemli bir tutumdur."
Depremin Türkiye'nin bir gerçeği olduğunu ve mimarların bu sürecin teknik tarafında yer aldığını söyleyen Piker, mesleki sorumluluklar çerçevesinde, tasarladıkları yapıların deprem karşısındaki davranışının mümkün olduğunca ölçülebilir ve güvenli olmasına gayret ettiklerini ifade etti.
Kerem Piker, sahip oldukları bilgi ve kavrayışın yanı sıra, deprem uzmanları ile çalışarak, onların bu konudaki hassasiyetlerini en doğru şekilde anlamaya ve projelerini bu hassasiyetler doğrultusunda geliştirmeye çalıştıklarını söyleyerek, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Deprem, sadece tek bir yapı ölçeğinde konuşulamayacak kadar çok katmanlı bir olgu. Kentlerimizin deprem dirençli hale getirilmesi, yapıların en doğru şekilde dönüştürülmesi, altyapıların sürdürülebilir hale getirilmesi, doğru finans modelleri oluşturması, kentsel donatı alanlarının arttırılması gibi konuların da eş zamanlı olarak yürütülebilmesi son derece önemli. Bu açıdan baktığımızda mimarlara olduğu kadar, meslek odalarına, sivil toplum kuruluşlarına, temel eğitim kurumlarına, yerel yönetimlere, merkezi yönetime de pek çok görev ve sorumluluk düşüyor. Deprem, bizim için milli seferberlik halidir ve meseleyi böyle görmediğimiz ve uzun soluklu planlar yapıp bu planları bir an önce uygulamaya başlamadığımız takdirde, hep birlikte bir iyileşmenin pek de mümkün olabileceğini düşünmüyorum."
- "Mimar, içinde yaşadığı toplumdan istese de kendisini ayıramaz"
Piker, mimarların toplumla doğrudan temas ettiğini ve mimarlıkla yüksek sanat arasında kurulan ilişkinin problemli olduğunu ifade ederek, "Mimarlar çok uzun zamandır fildişi kulelerde yaşamıyor. Mimarlar, bugün Türkiye gibi, inşaat maliyetinin gelişmiş ülke normlarına göre epeyce düşük olduğu bir ülkede, hala proje maliyetlerinin inşaat maliyetlerine oranla çok düşük bir oranda kaldığı bir ekonomik çerçevede etkinlik gösteriyorlar. Bu şu demektir; Mimar, içinde yaşadığı toplumdan istese de kendisini ayıramaz. Mimarlık mesleği ve emekçileri, ekonomik politiğin bir parçasıdır ve bu gerçeklik onların kolay kolay göz ardı edemeyecekleri kadar hayatlarının bir parçasıdır. Dahası, mimarlık pratiği tanımı gereği son derece gündelik meseleler üzerinden kendini var eder. Dolayısıyla mimarlar, sanılanın aksine yüksek sanatlarla değil, gün boyunca merdiven çizmek, kazan dairesi planlamak, tuvalet tasarlamak gibi fani dertlerle meşguldürler." dedi.
Mimar olarak bir şehir tasarlamak zorunda kalmak istemediğini belirten Piker, "Şehrin yaşayacağı en büyük talihsizlik, bir kişi tarafından tasarlamaktır." ifadelerini kullandı.
Piker, şehirler için planlar üretilebileceğini, bunun esnek ve sürdürülebilir altyapılar kurmak için epeyce kullanışlı bir yöntem olduğunu sözlerine ekleyerek, şöyle devam etti.
"Bir kenti kent yapan şey, fiziksel yapıları kadar kentliler ve kentlilerin biriktirdiği, hatta kentin geçici kullanıcılarının, misafirlerinin dahi katkıda bulunduğu kolektif hafızalar bütünüdür. Elbette planlamayı hiç azımsamıyorum. Kolay erişilebilen, içerisinde yeterli ve nitelikli rekreasyon ve donatı alanlarına sahip olan, yani daha anlaşılır bir dille doğru düzgün parkları, metrosu olan, toplumun her kesimine nitelikli konut arz edebilen, yürünebilir, güvenli bir şehir çok kıymetlidir. Ancak bunların neredeyse tamamına sahip olan kuzey Avrupa şehirlerine göre bu niteliklerin hiçbirine sahip olmayan İstanbul çok daha cazip bir şehirdir."
İyi bir altyapının tek başına bir şehri cazip kılmaya yetmediğini kaydeden Piker, "Bu niteliklere sahip pek çok şehir İstanbul ile karşılaştırılamaz bile. Öte yandan şunu da pekala biliyoruz ki İstanbul bu haliyle sürdürülebilir bir şehir değil. Ekonomik olarak da fiziksel olarak da altyapı ve donatı eksikleri, deprem konusundaki kırılganlığı, niteliksiz konut stoğu, sosyal konut üretmedeki isteksizliği ya da ulaşım konusundaki zaafları düşünüldüğünde, büyümenin değil, tam tersine Prof. Dr. Abdi Güzer'in iddia ettiği üzere, 'küçülmenin" ciddiyetle tartışılması gerektiği' bir şehir. Dolayısıyla İstanbul özelinde, bu kentin niteliklerini anlayan, bu özgün, kültürel ve sosyal değerleri muhafaza ederken nitelikli dönüşümün de önünü açan, eş zamanlı olarak kentin üzerindeki yoğun üretim ve istihdam baskısını, desentralizasyon dediğimiz yöntemlerle başka şehirlere, bölgelere dağıtan stratejiler, ekonomik modeller geliştirmek ve bu modelleri cazip kılmak, inanıyorum ki yeniden bir şehir kurmaktan daha değerli." diye konuştu.