Dostane eleştiri, hasmane eleştiri

TAR gazetesinden ayrılmak zorunda kalan Mehmet Altan demiş ki:

“Hükümete dostane eleştiri dahi kabul edilemez hale geldi”.

* * *
Ben eleştiriyi ayırmam: Eleştiri eleştiridir.
Benim açımdan...
“Dostane eleştiri” de azizdir, “hasmane eleştiri” de...
Keramet gösterip denizin üstünde yürümeyi başaran adama “denizin üstünde yürümek yerine neden karayolunu tercih ettin?” demek de makbuldür, “sen yoksa yüzme bilmiyor musun?” diyerek muzırlaşmak da...
Ne yani?
Bu âlemde ne yapılırsa yapılsın göklere çıkarmaya dünden razı olmak sonuna kadar meşru olacak da, ne yapılırsa yapılsın “yerin dibine batırma”ya dünden razı olmak “hasmane tutum” denilerek gayrimeşru mu sayılacak?
* * *
Anlıyorum:
Mehmet Altan, “Hükümete dostane eleştiri dahi kabul edilemez hale geldi” derken, bir büyük çarpıklığa işaret ediyor.
Eleştiriye tahammül çıtasının ne denli düştüğüne vurgu yapıyor.
“Hükümete dostane eleştiri dahi kabul edilemez hale geldiyse varın gerisini siz düşünün” demek istiyor.
Ancak bu tür mesajların, yanlış anlaşılma ve eleştiriye tahammül çıtasının düşmesini zihinlerde meşru hale getirme tehlikesi vardır.
İşte bu tehlikeye karşı...
Hep birlikte:
“Eleştirinin dostanesi, hasmanesi olmaz. Eleştiri eleştiridir. Hükümet dediğin her tür eleştiriye tahammül eder” diye haykırmamız gerekir.
Hiç bıkmadan...

EĞER Sabah ve ATV deneyimi bir başarı kazanmış olsaydı...
“Kitlesel yayın organları pekâlâ hükümete tam destek vererek de başarı kazanabilirler” yönünde bir içtihat oluşacaktı.
Ama olmadı. Yürümedi.
* * *
-  Daha zekice bir iktidar desteğini gerçekleştirselerdi...
-  İktidarı memnun etmek kadar işin ekonomisinin de bir öneminin olduğunu hesaba katsalardı...
-  En azından eleştiriyormuş gibi yapabilselerdi...
-  “İktidarı eleştiremiyoruz bari muhalefete de biraz insaflı davranalım” diyerek karikatürlerde bile CHP’yi karalamasalardı...
Belki süreyi biraz daha uzatabilirlerdi ama kaçınılmaz sondan kaçamazlardı.
Çünkü “gazetecilik” denilen iş, bizim gibi ülkelerde ne yazık ki “denge” gözetilmeden yürütülemeyen bir iştir:
İktidarla akraba olursan okurla uzaklaşırsın.
Okurla akraba olursan iktidarın hışmına uğrarsın.

-  DENİZ Feneri davasının eski savcıları hakkında dava açılması şu üç çok fena şeye yol açtı:
-  BİR: Bazı savcılar hakkında ayyuka çıkan şikâyetler hiçbir sonuç vermezken Deniz Feneri’ni soruşturan savcılar hakkında en küçük itirazların bile sonuna kadar üstüne gidilmesi nedeniyle kamu vicdanında adalet duygusu fena halde zedelendi.
-  İKİ: Deniz Feneri davasında şüphelilerin kollanmaya ve korunmaya fena halde ihtiyacı varmış gibi bir görüntünün doğmasına yol açıldı. Bu nedenle olan biraz da sanıklara oldu.
-  ÜÇ: Deniz Feneri’nin “dokunulmaz” olduğuna dair imaj pekişti. “Deniz Feneri’ne dokunan yanar” havası pekiştikçe pekişti.

CHP’de muhalifler harekete geçti.
Talepleri şunlar:
-  Milletvekili ve belediye başkan adayları önseçimle belirlensin.
-  Parti Meclisi seçiminde çarşaf liste kullanılsın.
-  Hazine yardımının yüzde 40’ı örgüte tahsis edilsin.
-  Genel başkan yetkileri fazla, daraltılsın.
-  Genel başkan yardımcılarını Parti Meclisi seçsin.
-  Genel başkan adayı olmak kolaylaştırılsın.
Hadi bir süreliğine de olsa...
Bunları talep eden muhaliflerin parti ellerindeyken bu adımları neden atmadıkları meselesini falan bir tarafa bırakalım.
Geriye ne kalıyor?
Ne kalacak?
Muhteşem bir “parti içi demokratikleşme arzusu”...
* * *
İnsan temenni etmeden duramıyor:
-  Keşke AK Parti’den de böyle muhalifler çıksa...
-  Keşke onlar da böyle taleplerde bulunsa...
-  Keşke parti içi demokrasi AK Parti içindeki isimlerin de meselesi haline gelse...
-  Keşke AK Parti’de de “raconu tek adamın kestiği parti olmaz” diye bayrak açılsa...
-  Keşke birazcık maraza orada da çıksa...
Nasıl olur? Fena mı olur?

“Kenan Evren’i bile yargılıyoruz, yine de mutlu olamıyorlar” dediler.
Ben de şöyle dedim:
“12 Eylül’de estirilen korku fırtınasının küçük çapta benzerini estirdiğiniz bir ortamda Kenan Evren’in yargılanmasından mutluluk değil güç gösterisi çıkar”.
Bunu sadece ben mi söylüyorum?
Bakın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ne demiş:
“Düşünce özgürlüğü alanı kirlenirse diğer alanlarda ne yaparsanız yapın gözükmez”.
Tercümesi şudur bu cümlenin: “Sen istediğin kadar Kenan Evren’i yargıla... Eğer düşünce özgürlüğü alanını kirletirsen kimse görmez bunu”.

BİR: İdare-i maslahatçılar esaslı devrimci olamaz.
İKİ: Her tarafı idare etmeye kalkan hiçbir tarafı idare edemez.
ÜÇ: Herkese yaranmaya çalışan kimseye yaranamaz.
DÖRT: Kaosu idare edemeyeceğini ta en başta fark eden bir adamın, işi uzatıp kaosu arttırdıktan sonra istifası “izzet ü ikbal ile çekilme” olarak değerlendirilemez.
BEŞ: Giderayak yapılan “meğer beni kandırmışlar” açıklamasını, hiç kimse derin bir pişmanlık olarak algılamaz.

-  PAUL AUSTER: Demiş ki: “Ben gazetecilerin tutuklandığı bir ülkeye gitmem”. İyi de biz senin gelmek istemediğin bir ülkede yaşıyoruz, bu nasıl olacak? “Ben bir iktidar tutumunu protesto ediyorum” diyebilirsin. Ama Türkiye yekpare bir ülke değil ki? Burada gazetecilerin tutuklanmasına alkış tutan da var, gazeteciler tutuklandı diye isyan eden de... Önemli olan hangi Türkiye’ye geldiğin... Gazeteciyi tutuklayan Türkiye’ye değil, gazetecinin tutuklanmasına isyan eden Türkiye’ye gelirsin olur biter... Değil mi ama?
-  BAŞBAKAN ERDOĞAN: Demiş ki: “Paul Auster denilen yazar Türkiye’ye gelse ne olur, gelmese ne olur”. Yani? “Paul Auster’in bizim gözümüzde zerre kadar bir kıymeti yoktur” demeye getirmiş. O zaman sorarlar: “Zerre kadar kıymet vermediğin bu adamın adını neden anıyorsun?” Bir adam kıymetliyse adından söz edersin. Kıymetsizse ademe mahkûm edersin. Ama hem “gelsen ne olur, gelmesen ne olur” der, hem de söylevinde adına yer verirsen aslında “gelsen iyi olurdu” demek istemiş olursun.

CHP’de muhalifler harekete geçti.
Talepleri şunlar:
-  Milletvekili ve belediye başkan adayları önseçimle belirlensin.
-  Parti Meclisi seçiminde çarşaf liste kullanılsın.
-  Hazine yardımının yüzde 40’ı örgüte tahsis edilsin.
-  Genel başkan yetkileri fazla, daraltılsın.
-  Genel başkan yardımcılarını Parti Meclisi seçsin.
-  Genel başkan adayı olmak kolaylaştırılsın.
Hadi bir süreliğine de olsa...
Bunları talep eden muhaliflerin parti ellerindeyken bu adımları neden atmadıkları meselesini falan bir tarafa bırakalım.
Geriye ne kalıyor?
Ne kalacak?
Muhteşem bir “parti içi demokratikleşme arzusu”...
* * *
İnsan temenni etmeden duramıyor:
-  Keşke AK Parti’den de böyle muhalifler çıksa...
-  Keşke onlar da böyle taleplerde bulunsa...
-  Keşke parti içi demokrasi AK Parti içindeki isimlerin de meselesi haline gelse...
-  Keşke AK Parti’de de “raconu tek adamın kestiği parti olmaz” diye bayrak açılsa...
-  Keşke birazcık maraza orada da çıksa...
Nasıl olur? Fena mı olur?

-  Milli Görüş’ün Önder Sav’ıdır.
-  En sevdiği pozisyon: Elini taşın altına sokmadan, elini taşın altına sokanları idare etmeye kalkışmak.
-  Hayatını anlamlandıran en önemli uğraştır parti içi herhangi bir unsurla uğraşmak: Recai Kutan’la uğraştı, “Yenilikçiler” ile uğraştı, Tayyip Erdoğan’la uğraştı, Bülent Arınç’la uğraştı, partiye sonradan girenlerle uğraştı, Numan Kurtulmuş’la uğraştı...
-  Duyduğumuza göre küçüldükçe küçülen partide bile uğraşacak bir unsur bulmuş: Fatih Erbakan’la uğraşıyormuş.
-  “Kınayıcıların kınamasından korkmamak” şeklindeki bir ilkeye sığınarak “sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz” ilkesini tuzla buz etti.
-  En son yaptığı “Ergenekon’dan tutuklanan generaller anti-Amerikancı kahramanlardır” açıklamasıyla partisinin bile savunamayacağı bir görüşü ortaya attı.
-  O “kahraman” dediği generallerin gücü yeniden ellerine geçirdiklerinde olası bir Saadet iktidarında nasıl davranacaklarını hiç düşünmeden konuştu. Milli Gazete’den bile destek alamamasının temel nedeni budur.